Türkiye Cumhuriyeti, 101. Doğum Gününü Kürt Meselesi'nin derin tartışmalarının gölgesinde kutladı. Bahçeli'nin Öcalan'a daveti, farklı mahallelerin tekrarladıkları ezberlerle yine bir "Açılım" sürecinin kıyısındayız.
Sorunun gerçek tahlili ve analizi için başlangıç noktasına göz atmak en sağlıklı yaklaşım olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin 101. doğum günü kutlaması Kürt Sorunu tartışmalarının gölgesinde gerçekleşiyor.
Devlet Bahçeli'nin Öcalan çıkışı ve bu davete gelen tepkilerin domine ettiği siyaset gündemi bu konuda çeşitli kesimlerin kendi mahallelerinden yükselen retoriklerini tekrarlamalarına yol açtı.
Çoğu çetrefilli meselenin kökeninde var olduğu gibi bu sorunun da temelinde tarihsel bir ayrışma söz konusu.
Konuya nesnel bir bakışa hepimizin ihtiyacı var.
En temel ve basit şekilde anlatalım:
Türkiye Cumhuriyeti, bir imparatorluk yerleşkesinde kuruldu.
Yüzlerce yıl hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu'ndan halklar ulusal kimlikleriyle değil dini kimlikleriyle sınıflandırılıyordu.
Daha net bir ifadeyle "Müslüman-Gayrimüslim" şeklinde.
Dolayısıyla Anadolu'da kuvvetli bir Türklük bilincinden bahsetmek pek kolay olmasa gerek.
Türklük bilinci İmparatorluğun gözbebeği olan Rumeli topraklarında yeşerip 1908 Devrimi'yle Anadolu'ya yayılıyor. Aslında ne kadar yayıldığı da tartışmalı bir konu. Selanik, Manastır gibi şehirlerle alalede bir Orta Anadolu kasabası arasında çok büyük bir uçurum olduğunu biliyoruz.
Selanikli bir Osmanlı Generali olan Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele döneminde halkı etrafında birleştirmek için pek çok yönteme başvuruyor. Bunları teker teker anımsatmaya gerek yok. Kurtuluş Savaşı veren bir komutanın yeri geldiğinde politikaya başvurmasında da şaşırılacak bir durum yok.
Esas meselemiz 1923'te başlıyor. Zira Cumhuriyet Devrimi ile birlikte Devlet'in sınırları içinde kalan iki toplumsal kesimin daire dışında kaldığını görüyoruz:
1-) Yüzyıllar boyunca taassup altında dini otoriteler; tarikatlar, şeyhler, dervişler tarafından yönlendirilmeye alışmış mütedeyyin Anadolu köylüleri.
2-) Kürtler.
Birinci maddede bahsettiğimiz toplumun sonuçlarıyla da yüzleştik ve yüzleşmeye devam ediyoruz. Ancak bu yazımızın konusu onlar olmadığı için burada es geçiyoruz. Gelelim ikinci maddeye, yani Kürtlere.
İmparatorluğun çöküşünün ardından verilen mücadele sonrası kurulan yeni ülke Ulus Devlet idealini benimsedi. Halifeliğin ve Saltanatın ilgası sonrası toplumu bir arada tutacak bir Çatı unsura ihtiyaç vardı. O unsur da "Türklük" oldu.
Bu yüzden Mustafa Kemal Paşa, "Türkiye'yi kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir" sözleriyle durumu özetledi.
Ulus Devlet modeli bir tercihti. Kendince gerekçeleri de olan bir tercihti.
Zira İmparatorluğun kaybedilmiş topraklarından Anadolu'ya kaçan Müslümanların etnik dağılımını yapmak neredeyse imkansızdı. Ulus Devlet anlayışıyla bir birlik inşa edilmek istendi.
"Ulus Devlet" idealinin kurbanı Kürtler oldu.
Peki, neden İmparatorluğun Türkler dışındaki diğer tebaaları olan Çerkesler, Gürcüler, Lazlar, Arnavutlar, Boşnaklar, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar değil de Kürtler için "kurban" diyoruz?
Bu sorunun aslında çok temel bir yanıtı var.
Ermenileri, Rumları ve Yahudileri en başta elememiz gerekiyor. Zira Müslüman olmayan bu toplumların "azınlık" statüsü vardı ve hukuken ayrı bir mevzuata sahiptiler.
Müslüman olup Türk olmayan Çerkesler, Boşnaklar, Arnavutlar vs. ise Türk çatısını kabul edip benimsemekte bir beis görmediler.
Kürtler için bunu sindirmek o kadar kolay olmadı. Zira hem nüfus olarak fazlaydılar hem de belli bir bölgede yoğunlaşmış durumdaydılar. Bu yüzden Devrim'in Türklük tanımına riayet etmek kendileri açısından çok kolay olmadı.
Neticede 1970'lerden itibaren filizlenen 1984 itibarıyla da 40 yıldır süren çatışmalar silsilesine dönüşen büyük bir etnik sorunumuz oldu.
Burada esas meselemize yani çözüme odaklanalım.
En sonda yazacağımızı en baştan peşin peşin yazalım.
Kürt Meselesi'nin kesin ve tartışmasız çözümü Türkiye'nin mevcut yapısıyla mümkün değil. Zira meselenin kökleri, kuruluş felsefesinde alınan kararlarda devletin temel dinamiğinden kaynaklanıyor.
Daha açık yazalım:
Türkiye Cumhuriyeti, bir ulus devlet olarak değil Yugoslavya, Avustralya, ABD gibi "coğrafi" bir isimle kurulsaydı ve çok uluslu bir devlet olarak kendini tanıtsaydı o zaman böyle bir etnik çatışmanın önüne geçilebilirdi.
Böyle bir kuruluş formülüyle her şey güllük gülistanlık mı olurdu?
Bunun yanıtını Yugoslavya örneğinde yaşananlara baktığımızda yakın tarihten alabiliyoruz.
Yani, ulus devlet değil çok uluslu federatif bir devlet de olsaydık yine tarihin akışı içinde etnik savaşlarla karşılaşabilirdik.
Bu yüzden Ulus Devlet metodunun topyekun yanlış olduğunu ifade etmek adil olmayacaktır.
Peki, bugün ne yapılabilir?
Günümüzde ülkenin kurucu kodlarını, ulus devlet formülünü ortadan kaldırmadan yapılabilecek etkili reformlar "Kürt" kimliğini Anayasal bir zemine oturtmakla mümkün olabilir.
Kürt toplumunun Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu unsurları arasında olduğu, Kürtçenin de bu toplumun dili olduğu, bu yönde atılacak adımların ve yapılacak reformların da bölünme değil bütünleşme amaçlı olduğu ortaya konabilir.
Elbette, bu esasların kabul edilmesi, burada yazıldığı kadar kolay olmayacaktır.
Ancak eğer amaç ayrışma değil bütünleşmeyse, 1923 yılında devletin kuruluş bildirgesinde yer verilmeyen "Kürt" kimliğine 101 yıl sonra resmen yer vermek en makul çare olarak görünüyor.
Bu durumda ise başka tartışmalar bizleri bekliyor olacak.
Zira bu sefer de "Türk" kimliği altında tanımlanmayı kabul eden Çerkes, Arnavut, Gürcü, Boşnak gibi etnik kimliklere de benzer bir hak doğacak. Yani Anayasa'da "Türk" ve "Kürt" kimliğinin yanında kendi kimliklerinin de tanınması hakkı istenebilecek.
Bu kısır döngünün sonunda varacağımız nokta yine aynı oluyor.
Ulus Devlet modeli bir tercihti ve bu tercihin yapılmasının üstünden 101 sene geçti.
O gün keşke farklı bir ülke metodunun üstünde durulsaydı şeklinde analizler yapılabilir elbette.
Misal somut örneğini de verelim:
"1915'te giden Ermeniler geri çağrılırdı.
1923 Nüfus Mübadelesi yapılmazdı. Rumlar burada kalırdı.
Ülkenin ismi "Anadolu ve Doğu Trakya Cumhuriyeti" olurdu.
Türklerin, Kürtlerin, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, Arapların ortak vatanı olarak yeni bir ülke kurulmuş olurdu.
Anayasa'nın değişmez maddesi de "Anadolu ve Doğu Trakya Cumhuriyeti'ni kuran halka Anadolulu ve Doğu Trakyalı denir" şeklinde gülünç bir madde olurdu.
Paralel bir Evren'de bu ülkenin nasıl bir geleceğe sahip olacağını hayal edebiliriz.
Ancak tarihi değiştirmek mümkün olmadığı gibi gerçekçi olmayan senaryolar yazmamak gerekir.
Yazımızı şu şekilde toparlayalım:
Kimse bölünme korkusu yaşamasın. Zira Türkiye'nin mevcut demografik yapısı bir bölünme sosyolojisi içermiyor.
Türkler ve Kürtler de inanılmaz bir oranda karışmış durumda.
Dünya'da en fazla Kürt yaşayan şehrin İstanbul olduğu bir demografik düzlemde kimse Türkiye Kürtleri'nden bu ülkeden kopmalarını bekleyemez.
Geldiğimiz noktada tek gerçekçi yöntem kimliklerle barışmak ve tarihi tarihte bırakmak olabilir.
Comments