8-9 Ocak tarihlerinde Medipol Üniversitesi Siyaset Bilimi Kulübü’nün organize ettiği Ankara gezisine konuk olarak dahil oldum. 2 gün boyunca gerek bürokrasiden gerekse de siyasetten farklı kişi ve kurumları ziyaret etme ve aklımdaki soruları sorma fırsatını buldum.

Politika ile ilgilenen, Türkiye’ye dair bir gelecek tasavvuru olan bir genç olarak siyasete dair kimi tutum ve düşüncelerimi yeniden değerlendirmek için güzel bir fırsat oldu.
Gündelik hayatta gerek güncel gerekse de makro ölçekte siyaset ve toplum ile ilgileniyoruz. Türkiye’nin dününü, bugününü ve yarınlarda neler yapması gerektiğine dair fikir üretiyoruz. Üniversitelerde, sosyal medyada, televizyon kanallarında bu görüşleri tartışıyor; neyin en doğru olduğunu bulmaya çalışıyoruz. Zaman zaman sokakta bir şeyleri değiştirmek için eyleme geçiyor, taraftar bulmaya çalışıyoruz. Sivil toplum kuruluşları, dernekler ve platformlar ile insanlara etki etmeye çalışıyoruz. Her ne kadar bu faaliyetler arkalarında samimi duygular barındırsa da uygulamaya geçebilmek için arkasında devlet gücüne muhtaç oluyor. Özellikle de mevcut konjontürde “ilerici” veya “liberal” politika istençleri devlet politikası haline gelemiyor.

Ankara, gözünüzü çevirdiğiniz anda karşınızda bir kamu kurumu görebileceğiniz koca bir memur kenti. Plazalara, sitelere, avmlere aşina bir İstanbullu için, katastrofik bir şehir. Siyasi partiler, kamu kurumları, TBMM gibi Türkiye’yi yöneten, politikalara karar veren stratejik teşkilatlara ev sahipliği yapan Ankara, siyaseti masa başında fiilyata geçirmek isteyen her kesin mutlaka ziyaret etmesi gereken bir şehir. TBMM, Dışişleri Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, İletişim Başkanlığı, TİKA, CHP ve AK Parti’yi ziyaret ettim. Şunu bir defa daha anladım ki; siyaset kesinlikle masa başında konuşulduğu gibi bir konu değil, teori ile pratik birbirlerinden tamamen ayrı iki olgu. İkisi de birbirini beslese de, pratik olmadan teori içi boş bir laf salatası haline geliyor. Kısmen de haklı olarak siyaset yapıcılar, teorisyenleri küçümseyen bir hava içinde oluyorlar. -Yüzde yüz katılmasam da bu yaklaşıma haksız diyemem- Yani, İstanbul’un “güzîde” üniversitelerinin amfilerinde konuşulan çoğu konunun Ankara’da esamesi okunmuyor.
Türkiye’ye dair yorum ve eleştirileri yaparken bürokrasiyi, meclisi ve siyasi partileri konuşmamak pek çoklarına göre olağan bir hâl. Örneğin, bir derste bir kamu kurumundaki cinsiyet dengesizliğini konuşurken, kurumun başındaki şahsın ismini söylememi gülünç olarak karşılamışlardı. Sosyal ve politik dönüşümlerin; sokakta, akademide veya sivil toplum yoluyla olmasını bekleyen; Ankara’yı hor gören zihniyetin bugüne kadar hemen hiçbir fayda sağlamadığı açık. Ona karşın Ankara kulislerinde, pragmatik bir tutumla volta atan MHP’nin başarısı da gözlerimizin önünde. Şu çok açık, herhangi bir sosyal dönüşüm için halktan yoğun bir baskı gelmediği surette tek çare siyaset yapmak. Makale yazarak, tweet atarak, sokakta pankart açarak sadece kendinizi ve etrafınızdaki “dar eliti” tatmin etmiş oluyorsunuz.
Bürokrasi, Siyaset ve Rejim
Her ne kadar bunu toplumumuz pek kabul etmese de mevcut siyasi atmosferde devlet ile hükümet arasında ciddi bir ayrımdan söz etmek pek mümkün değil. Özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişimiz ile resmiyete geçen Başkanlık veya “Türk Tipi” Başkanlık Sistemi, devlet ile hükümet arasındaki sınırları büyük ölçüde geçişken hale getirdi. Bunun pozitif etkileri olduğu gibi negatif etkileri de oldu. Bu noktada, devlet politikaları ile AK Parti politikaları birbiri ile harmanlandı. Örneğin, “Türkiye Yüzyılı” sloganı hemen hemen bütün kamu kuruluşları tarafından kullanılırken, aynı zamanda seçim döneminde AK Parti tarafından da kullanıldı. Bu noktada Erdoğan nefreti ile konsolide edilmiş muhalif seçmen ile devlet arasındaki mesafe ciddi boyutlara ulaştı.
Ben de gerek kamu kuruluşları gerekse de AK Parti Genel Merkezi’ne olan ziyaretlerimde, bu durumu bir defa daha anladım. Sorulara verilen cevaplarda, hal ve hareketlerde AK Parti devlet ile bütünleşik olduğunu sonuna kadar hissettirdi. Muhalif parti ve siyasetçilere, son derece üstenci ve küçümseyici bir tavırla yaklaşıyorlardı. Devletin 20 yıldır sahibi ile idarenin bu denli devlet ile bütünleşmesine şaşırmamak gerek elbette. Buna karşın CHP Genel Merkezi, kendi iç muhasebeleri, yerel seçimlerde nerede hangi adayların çıkacağı gibi genel geçer gündemler üzerinden tartışmalar üreten bir durumdaydı. Bürokrasi, devletin söylemlerini doğrudan dile getirdiği için muhalefet partileri veya onların güttüğü siyasete oldukça uzak pozisyonda idi. Anlaşılan o ki, Ankara’da her şeyin üstünde öncelikle Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ardından da AK Parti Genel Merkezi var.
Uzun lafın kısası, reel siyaseti hesaba katmadan, bakanlıkları, kamu kurumlarını, siyasi partileri göz ardı ederek siyaseti düşünmenin sonu çıkmaz sokak. Vakıf üniversitelerinde AB fonları ile yapılan toplumsal veya politik çalışmalar “ne yazık ki” siyaset yapıcılar tarafından ciddiye alınmıyor. Gerçekten politikalarda etki uyandırabilmek için, siyasi partilere üye olmak, bürokrasi ile temasta olmak şart.
Son olarak, beni Ankara gezilerine davet eden kıymetli arkadaşım, Polletika yazarı Eyüp Uğur Bülbül’e ve Medipol Üniversitesi Siyaset Kulübü üyelerine teşekkürler.

Comments