"Türk Meselesini Türkler Kendileri Halletti"
Kasım 1922- İstanbul'da bir İngiliz subayının annesine yazdığı mektuptan alıntıdır...
Büyük Britanya’nın 1919-1922 arası Anadolu Politikası, Yunan Ordusu’nun askeri gücüne güvenmek üzerinde temelleniyordu.
Kasım 1918’de Osmanlı İmparatorluğu’nu mütarekeye zorlayan ve istediğini alan İngilizler için, Anadolu’da filizlenen kurtuluş hareketi, düzenli ve kuvvetli ordular karşısında tutunması imkânsız gözüken hayalperest bir girişimdi.
Bu yüzden Yunan ordusunu sürekli olarak Anadolu içlerine yürümeye teşvik ettiler. İngilizlerin “Kemalistler” ismini verdiği direnişçiler; “Kemal’in Çetesi” “Kemal’in Eşkıyaları” “Kemal’in Haydutları” anlamına geliyordu.
İngilizlere göre, Osmanlı teslim olmuş ve tüm gücünü yitirmişti. Sultan yanlarındaydı. Bir Osmanlı generali olan Mustafa Kemal’in Anadolu’da büyütmeye çalıştığı direniş de silah zoruyla ezilmeye mahkûmdu. Bundan dolayı İngilizler; İtalya ve Fransa yavaş yavaş Ankara hükümeti ile ilişkiler kurmaya çalışırken Yunan Ordusu’na tam desteğini sürdürdü. Bu destek yalnızca askeri destek değil müthiş bir siyasi ve diplomatik teşviki içeriyordu.
İngilizler Yunan Ordusu’nu büyük ve güçlü bir savaş makinesi olarak görüyordu.
Kemal’in Çetesi olarak isimlendirdikleri hareketi ise savaş yorgunu, milis kuvvetlerden oluşan bitap savaşçılar olarak tanımlıyorlardı.
İngilizler, tüm yatırımlarını Yunan Ordusu’nun Ankara’ya girip Kemalistleri yok edeceği bir senaryoya göre inşa ettiler.
Bu yüzden de Türk Ordusu’nun Ankara önlerindeki güçlü direnişine rağmen Yunanistan’a destek vermeyi sürdürdüler.
Aklı başındaki Yunan bürokratlar, İngilizlerin kendilerine sağladıkları bu destek iklimini yadırgıyorlardı. Nitekim, çok sayıda Yunan general, “Anadolu’da işimiz yok, Trakya üzerinden İstanbul’a girelim” tezini yüksek sesle savundular.
Ancak İngilizler, Yunan Ordusu’nu kesin olarak İstanbul’dan uzak tutmak istiyorlardı. Bundan dolayı, siyasi baskı oluşturarak bu yönde görüşleri savunan Yunan yetkilileri tasfiye ettirdiler.
Yunan Ordusu için tek çıkış yolu kalmıştı. 150 bin mevcutlu büyük bir orduyu İzmir’den Ankara’ya yürütmek ve Ankara’ya girerek savaşı bitirmek. Bu yüzden İngilizlerin de desteğiyle büyük bir seferberlik başlattılar.
Ancak olmadı. İngilizler’in Kemal’in Çetesi diyerek küçümsediği Türk Direniş Hareketi, Büyük Yunan Ordularını Ankara’ya sokmadı.
Bir sene sonra da Kütahya yakınlarında kıstırıp imha etti. İşin rengi değişmişti.
İngilizlerin desteğine, daha doğru ve amiyane tabirle “gazına” gelip İzmir’den Ankara’ya kadar dağınık şekilde kalan on binlerce Yunan Askeri, perişan bir vaziyette İzmir’e doğru kaçmaya başladı.
Türk Ordusu ise, kimsenin öngörmediği inanılmaz bir hızla ilerleyerek sadece 10 gün içinde Afyon’dan İzmir’e ilerledi. 8 Eylül 1922’de Anadolu’da tek bir Yunan Askeri kalmamıştı. TBMM Orduları ise 9 Eylül’de İzmir’e girdi.
Megali İdea, yani Büyük Yunanistan hayaliyle on binlerce evladını Anadolu bozkırında telef eden Yunan Politikacılar için korkunç bir felaket yaşanıyordu. Yunanistan, İngilizlerin kendilerini nasıl bir karanlığın içine çektiğini anladıklarında her şey için çok geç olmuştu.
Türk Ordusu İzmir’e girdiğinde, İstanbul ve tüm Trakya müttefiklerin işgali altındaydı. İşgalci güçlerin başını tabii ki İngiltere çekiyordu. Ancak Fransız komutanlar ve askerlerler de bölgedeydi.
Peki, şimdi ne olacaktı?
Yunan Ordusu imha edilmişti. İngilizlerin, öne sürecekleri bir orduları kalmamıştı. Kendi öz askerlerini de Türklerle savaştırmak istemiyorlardı. İstanbul’da korkunç bir panik havası vardı. Türk Ordusu’nun İzmir’deki Türk/Rum/Ermeni tüm işgal destekçilerinden intikam aldıkları haberleri geliyordu.
Şimdi sıra İstanbul’a mı gelecekti?
Üç senedir, Beyoğlu köşklerinde İngiliz subaylara balolar tertip edip Kuvvacılar’a “kalpaklı serseriler” “İttihatçı haydutlar” diyen
İstanbul sosyetesi korkudan tir tir titriyordu.
İzmir’de işbirlikçilerin başına gelenler şimdi İstanbul’dakilerin mi başına gelecekti?
Türk Ordusu ise, İstanbul’daki bu panik, korku havasını haklı çıkartırcasına; İzmir’in ardından durmayarak yönünü Kuzey’e çevirdi. Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle, İzmir’e giren kolordulardan ikisi yukarı doğru çıkmaya başladı.
Kısa zamanda Çanakkale sınırına dayandılar.
Londra’da Birleşik Krallık Bakanlar Kurulu, 15 Eylül’de Lloyd George başbakanlığında toplandı. Yunan Ordusu’nun hezimeti kabul edildi.
Türk Ordusu’nun ise İstanbul'a yaklaşmasına asla izin verilmeyecek gerekirse savaşılacaktı.
Peki, Türklerle kim savaşacaktı?
İngiltere kamuoyunun, İngiliz halkını Türklere karşı bir savaşa ikna etmesi mümkün değildi. Kendi evlatlarını cepheye sürmekten imtina eden İngilizler, her zamanki gibi başkalarının evlatlarını savaşa göndermeye karar verdi.
Derhal İngiliz dominyonlarından Anadolu’ya gönderilmek üzere asker talep edildi.
Sonuç ise tam fiyaskoydu.
Avustralya ve Yeni Zelanda teklifi direkt olarak reddetti. Güney Afrika yanıtsız bıraktı.
Kanada Başbakanı Mackenzie King, durumun 8 yıl önce patlak veren I. Dünya Savaşı'ndan farklı olduğunu, asker gönderebilmek için Kanada Meclisi'nin karar vermesi gerektiğini açıkladı.
Ancak İngilizleri asıl şoka uğratan yanıt İrlanda Ulusal Meclis’inden geldi.
Olağanüstü toplanan İrlanda Ulusal Meclisi Dáil Éireann’de oy birliğiyle şu karar çıktı:
“General Kemal’in Ordusuyla savaşarak ölecek tek bir evladımız yoktur”
Londra, suratına çarpan ret cevaplarıyla sarsılıyordu.
Aynı günlerde Avam Kamarası basın locasında konuşan Hint Müslümanları lideri Muhammed Ali Cinnah, İngiliz kamuoyuna şunları söyledi:
“İngiltere, savaşı engelleyebilirdi. Ancak bunu yapmadı. Tam tersine savaşı körükledi. Biz Hint Müslümanları, Türk ordusunun zaferi için hep dua ettik ve şimdi hamd ediyoruz. Mustafa Kemal’in ve Ordusu’nun önünde saygıyla eğiliyorum. Bu zafer, mazlumlar dünyasının zaferidir”
Yine aynı günlerde, Londra’da değil Yeni Delhi’de konuşan ise bir başka Hint lider Mahatma Gandhi oldu:
“Hadi beni tekrar tutuklayın İngilizler. Ancak tutuklamakla iş bitmiyor. Bakın öldü sandığınız Türkler, cenaze törenlerinde tabutlarını başınıza geçirdiler”
Londra’da Lloyd George hükümeti yalnız kalmıştı.
Üstelik Dünya Savaşı’nın büyük yıkımı sonrası hala savaş tamtamları çaldıkları için kendi medyalarında sert şekilde eleştiriliyorlardı.
Mustafa Kemal Paşa ise tüm bunların farkında, belki de yıllardır çektiği acılara nispet yaparcasına yabancı gazetelere şu demeçleri veriyordu:
“Savaş bitmesi. Milli topraklarda tek bir yabancı asker kalıncaya kadar da bitmeyecek. Ben nasıl 7 sene önce Çanakkale’yi İngilizlere karşı savundum. Şimdi onlar Çanakkale’yi bana karşı savunsunlar”
Mustafa Kemal Paşa ise belki de yıllardır çektiği acılara nispet yaparcasına yabancı gazetelere şu demeçleri veriyordu:
“Savaş bitmedi. Ordumuz İstanbul’a yürüyecek. Ben nasıl 7 sene önce Çanakkale’yi İngilizlere karşı savundum. Şimdi onlar Çanakkale’yi bana karşı savunsunlar”
Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin savaşmayı göze alamayacağını, kendi evlatlarına kıyamayacağını biliyordu.
Bundan dolayı, kışkırtıcı ifadeler kullanmaktan çekinmedi. Ordu’yu da Çanakkale önlerine kadar getirip durdurdu.
Mustafa Kemal Paşa haklıydı.
Londra’daki hükümet inatçı davransa da İstanbul’daki İngiliz generaller savaş istemiyordu. İstanbul’daki işgal orduları komutanı General Harrington, Londra’nın hala savaş arayışını şu sözlerle değerlendirdi:
“Neden Doğu Trakya’yı ve İstanbul’u Türklere bırakıp buradan defolup gitmiyoruz?”
Fransızlar da Londra’ya tepkiliydi. Yunan Ordusu’na fazla güvendikleri için İngilizlere kızıyorlardı. Halbuki, Mustafa Kemal ile daha önce görüşülüp anlaşılabilirdi.
Fransa başbakanı Raymond Poincaré, 20 Eylül’de İngiliz Dışişleri Bakanı’na Paris’te şunları söyledi: “Bayım, bilmeniz gerekir Fransız askerleri bugünden itibaren Doğu Trakya ve İstanbul’dan çekilecektir.”
Londra’nın önünde artık yalnızca iki seçenek kalmıştı.
Ya Türklerle kendileri savaşacaklardı ya da Mustafa Kemal Paşa ile masaya oturacaklardı. Üç yıldır Çete, Eşkiya, Haydut diyerek aşağıladıkları direnişçi Türkler; artık meşru bir otorite olmuştu.
Bakanlar Kurulu, Londra’da 23 Eylül’de yeniden toplandı.
Doğu Trakya’yı terk etme kararı alındı. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a yürüme emri verdiği Ordu’yu durdurdu.
İngilizler, TBMM yetkilileri ile ateşkes şartlarını görüşmek istediklerini belirttiler. Ankara’dan yanıt gecikmedi. Görüşme kabul edildi. Görüşme yeri olarak ise Marmara Denizi’nin güneyinde küçük bir kasaba olan MUDANYA belirlendi.
Mudanya’da TBMM’yi İsmet Paşa, Büyük Britanya’yı Charles Harington, Fransa’yı ise General Charpy temsil etti. Müttefikler masaya anlaşmak için gelmişlerdi. Ancak İzmir’de yaşananlardan çok etkilendikleri şartlarını sıraladılar.
Müttefiklerin en önemli şartı şuydu:
İngiliz ve Fransız askerleri, İstanbul’u tam anlamıyla terk etmeden, Türk Ordusu şehre girmeyecekti. Şehrin Türklere tam teslimi için de Barış Görüşmeleri beklenecekti. Yunan Ordusu’nun Tekirdağ ve Edirne’yi boşaltması için 15 gün süre verilecekti. Bu zaman zarfında Türkler herhangi bir saldırı yapmayacaklardı. Batı Anadolu’da kalan Yunan memur ve görevlilerin sağ sağlim bölgeyi terk etmelerine izin verilecekti. İstanbul’daki İngiliz ve Fransız dostlarına karşı suikastler yapılmayacaktı. Barış Görüşmeleri sona erinceye kadar Türk Ordusu, İstanbul’a ve Trakya’ya adım atmayacaklardı. Tüm tasfiye ve teslim sürecini İngilizler yönetecekti.
Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti, bu şartların hepsini kabul etti.
Neticede işgalciler yenilgiyi kabul ediyor yalnızca çekilme şartlarını belirlemek istiyorlardı.
Bu tavizler, Ankara için makul bulundu.
Türk, İngiliz ve Fransız temsilciler kendi aralarında uzlaştı. Yalnızca Yunanistan mütarekeyi imzalamak istemedi. Ancak artık Yunanistan’ın bir hükmü kalmamıştı. Çok hazin bir şekilde, İngilizler tarafından buruşturulup bir kenara atıldılar.
Mudanya Mütarekesi, 11 Ekim 1922’de imzalandı. Böylece 32 gün süren sinir savaşı sona ermiş oldu.
Ertesi gün Doğu Trakya’daki çekilme sürecini yerinde gözlemlemek için Ankara’dan Refet Paşa, 19 Ekim’de İstanbul’a geldi.
İstanbul’da üç yıldır büyük bir ızdırap ve hüzün içinde yaşayan Türkler; Ankara’dan gelen bu Paşa’ya o kadar büyük bir sevgi gösterdiler ki; aslında fiilen işgal altında olmaya devam eden İstanbul, sanki o gün kurtarılmış gibiydi.
“Kalpaklı Serseriler” kazanmıştı.
Müttefik Kuvvetleri, Mudanya Mütarekesi sonrası yaklaşık bir sene daha İstanbul’da kaldılar.
Bu süreçte İstanbul’daki tüm dostlarının, destekçilerinin güvenliğini sağladılar. Bir kısmını yurt dışına kaçırdılar. Ali Kemal gibi birkaç istisna dışında elbette.
İstanbul’dan ayrılan son İngiliz subaylardan biri ise not defterine şunları yazdı:
“Türk meselesini, Türkler kendileri halletti.”
Lozan Barış Antlaşması imzalandıktan 70 gün sonra, 6 Ekim 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları coşkuyla İstanbul’a girdi.
Bu giriş, bazı tarihçilere göre “re-conqured” yani İstanbul’un tekrar fethiydi. Peygamber Müjdesi olan bu şehir, 4 yıllık işgalin ardından; kirin, pasın, ihanetin, ahlaksızlığın, arsızlığın, ateşin içinden yeniden doğmuştu.
Müttefiklerin bu süreçteki kazanımı ise Yunanistan gibi derbeder ve perişan vaziyette değil; kontrol altında ve Türklerle uzlaşarak çekilme süreçlerini idare etmeleri oldu. İstanbul’daki dostlarını da büyük ölçüde koruyup kurtarmayı başardılar.
Ancak Londra’daki savaş yanlısı Lloyd George hükümeti bu sürecin sancısını taşıyamadı. Özellikle asker taleplerine Kanada ve İrlanda’dan gelen ret yanıtları; İngiliz dış politikası için büyük bir itibar kaybı oluşturdu. Hükümeti desteksiz kalan Lloyd George, başbakanlıktan istifa etti.
NOT: Lloyd George’un istifa etmeden önce söylediği iddia edilen “yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir, bu dahiyi Türk milleti yetiştirdi. Mustafa Kemal’e yenildik” sözlerine İngiliz kaynaklarında rastlayamıyoruz. Yalnızca Türk kaynaklarda bu ifade var.
Kommentare