İSTANBUL'U ALAN TÜRKİYE'Yİ ALAMAZ
- Emirhan Yörük
- 3 Nis
- 4 dakikada okunur
Türkiye siyaseti sözler ve ezberler yaratma açısından oldukça üretken ve yaratıcı. 94 Seçimlerinin parlayan ismi Recep Tayyip Erdoğan'ın sarf ettiği 'İstanbul'u Alan Türkiye'yi Alır.' sözü ise 30 yıl sonra tam karşısındaki topluluğun sembol ifadesi haline geldi. Toplumsal muhalefetin İstanbul merkezinin öncüsü Ekrem İmamoğlu'nun sahiplendiği dev bir ironi var artık ortada.

İstanbul'da yapılacak olan genel ve yerel her seçimden önce aynı sözü her siyasi odaktan duyuyoruz, gerçi artık seçim olmasa da hatta seçimin 's'si ortada yokken dahi bu söz üzerinden siyasi kabullendirme çalışmalarına yakından şahit oluyoruz. İstanbul, siyasi iletişim teknikleri ve disiplinleri açısından tüm dünyanın incelediği, deneyleri gözlemlediği ve aktörlerin de her daim propaganda makinesini tam randımanla çalıştırdığı bir savaş meydanı halinde önemli bir süredir. Bunda son 7 yıldır merkezi hükümetin aksi bir görüş tarafından yönetilmesi en başat sebep. Türkiye siyasetinin en dikkat çekici yanlarından biri, güçlü sözler ve kalıcı ezberler üretme konusundaki maharetidir. Bu yönüyle siyasetin kendisi, retorik üzerinden inşa edilen sembolik alanlara sıkça başvurur. 1994 yılında İstanbul’daki yerel seçimleri kazanan Recep Tayyip Erdoğan’ın “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” sözü, dönemin sosyolojik koşulları çerçevesinde anlamlı ve güçlü bir siyasal tespitti. O dönemde İstanbul’un demografik yapısı, büyük ölçüde 1980’li ve 1990’lı yıllarda Anadolu’dan kente göç eden milyonlarca insan tarafından şekillendirilmişti. Bu kesimler, henüz tam anlamıyla kent yaşamına entegre olmamış; kapitalist üretim-tüketim ilişkilerine, şehirli yaşam pratiklerine ve kültürel endüstrilere sınırlı biçimde temas etmişti. Bu nedenle İstanbul, Anadolu’nun siyasal ve sosyolojik bir uzantısı olarak görülebilirdi. Dolayısıyla o günün İstanbul’unu kazanan, Anadolu halkının siyasal eğilimlerini de temsil etme potansiyeline sahipti. Ancak 2024’ün İstanbul’u artık bu yapının çok ötesindedir. Günümüzde İstanbul’un nüfusunu büyük ölçüde, o ilk kuşak göçmenlerin çocukları ve torunları oluşturmaktadır. Bu yeni kuşaklar, doğrudan şehirde doğmuş, burada eğitim almış, kapitalist piyasa ilişkileri içinde çalışmış ve popüler kültürün kodlarıyla şekillenmiş bireylerdir. Artık bu nesillerin yaşam tarzları, beklentileri ve siyasal refleksleri, Anadolu’daki akrabalarından ve geldikleri köy-kasaba kökenlerinden önemli ölçüde farklılaşmıştır. 1994’te İstanbul henüz tamamlanmamış bir “kentleşme projesi” iken; 2024 itibariyle İstanbul artık tam anlamıyla şehirleşmiş, sınıfsal ayrışmaların belirginleştiği, kültürel tüketimin yaygınlaştığı ve postmodern yaşam tarzlarının içselleştirildiği bir metropol haline gelmiştir. Bu dönüşümle birlikte İstanbul, artık Anadolu’nun izdüşümü olmaktan çıkmış, kendi sosyolojik özgüllüğünü kurmuş bir mega-kente dönüşmüştür. Bugün, İstanbul’da yapılacak her genel ya da yerel seçim öncesi, hatta seçim gündemde bile değilken, bu sözün tüm siyasi aktörler tarafından dile getirildiğine şahitlik ediyoruz. Bu durum, İstanbul’un yalnızca idari bir merkez değil, aynı zamanda siyasal semboller üretme ve hegemonya kurma açısından da merkezi bir konumda yer aldığını ortaya koymaktadır.
Özellikle son yedi yıldır İstanbul’un merkezi hükümetin ideolojik karşıtı bir anlayış tarafından yönetilmesi, bu kentin siyasal rekabetin en sert yaşandığı alan haline gelmesinde başat rol oynamıştır. İstanbul, artık yalnızca Türkiye’nin değil, dünya siyasetinin de ilgisini çeken bir siyasal laboratuvar görünümündedir. Siyasal iletişim tekniklerinin, kampanya stratejilerinin ve kitle mobilizasyonunun en yoğun biçimde test edildiği bir alan olarak varlığını sürdürmektedir.
Bu bağlamda 1994 ve 2019 yerel seçimleri arasında dikkat çekici benzerlikler bulunmaktadır. Erdoğan’ın 2019 seçim sürecinde yeniden gündeme taşıdığı bu meşhur söz, muhalefet cephesinde neredeyse sihirli bir formüle dönüştü. İstanbul ve diğer büyükşehirlerin kazanılmasıyla birlikte, muhalif aktörlerde büyük bir özgüven patlaması yaşandı. Ancak bu özgüven, derinlemesine siyasal analizlerin yerine “kimi koysak kazanır” anlayışını, somut ve kapsamlı programlar üretmek yerine “birleşirsek yeter” kolaycılığını teşvik etti. Bu yaklaşım, 2023 genel seçimlerine kadar sürdü.
2023 seçimleriyle birlikte sandıkların açılması ve iktidarın tekrar kazanmasıyla, muhalefet cephesinde büyük bir hayal kırıklığı yaşandı. Muhalif seçmenler ve entelijansiya, yıllardır dile getirdikleri birçok analiz ve öngörünün boşa düştüğünü görerek hatalarıyla yüzleşmek zorunda kaldılar. Ancak bu yüzleşme, çoğunlukla samimi ve yapıcı bir özeleştiriden uzak biçimde yaşandı. Seçim mağlubiyetinin sorumluluğu, muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yüklenerek bir “günah keçisi” üretildi. Bu sayede fikir önderleri ve muhalif elitler, kendi sorumluluklarını bertaraf etmeye çalıştı.
Ancak bu kırılmadan sonra muhalefet yeniden toparlanarak 2024 yerel seçimlerinde sürpriz bir başarı elde etti. Şaibeli kurultay süreçlerine ve örgütsel kırılganlıklara rağmen, İmamoğlu ve Özgür Özel liderliğinde yürütülen kampanya; yalnızca büyükşehirlerde değil, Adıyaman, Kilis, Amasya gibi sürpriz illerde de başarı sağladı. Bu galibiyet, pek çok kişi tarafından beklenmeyen bir gelişmeydi. Fakat 2019 sonrasında olduğu gibi, bu zaferin de doğru okunamama riskiyle karşı karşıya olunduğu görülmektedir.
Bugün gelinen noktada muhalefet, bir kez daha “kazanıyoruz” illüzyonu içerisine girmekte ve bu momentumu 2028 seçimlerine taşıyabileceğine inanmaktadır. Ancak bu inancın, yine sahici analizlerden çok, semboller ve sloganlar üzerinden inşa edildiği gözlemlenmektedir. Eğer geçmişin hataları tekrar edilirse, bu kez illüzyonun bedeli daha ağır olabilir. 1994’te İstanbul henüz tamamlanmamış bir “kentleşme projesi” iken; 2024 itibariyle İstanbul artık tam anlamıyla şehirleşmiş, sınıfsal ayrışmaların belirginleştiği, kültürel tüketimin yaygınlaştığı ve postmodern yaşam tarzlarının içselleştirildiği bir metropol haline gelmiştir. Bu dönüşümle birlikte İstanbul, artık Anadolu’nun izdüşümü olmaktan çıkmış, kendi sosyolojik özgüllüğünü kurmuş bir mega-kente dönüşmüştür.
Bu nedenle, “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” tezi bugün için geçerliliğini büyük oranda yitirmiştir. Çünkü artık İstanbul ile Anadolu arasında ciddi bir sosyokültürel uçurum bulunmaktadır. Anadolu hâlâ geleneksel yapılarla, cemaat ilişkileriyle, muhafazakâr reflekslerle varlığını sürdürürken; İstanbul’da yeni orta sınıflar, seküler kentli gençlik, göçmen işçi sınıfları ve yaratıcı sektörlerde çalışan bireyler gibi çok daha karmaşık ve farklı taleplere sahip sosyal gruplar hâkim durumdadır.
Dolayısıyla İstanbul’daki siyasal başarı, artık Türkiye genelinde bir domino etkisi yaratamaz. Tam tersine, Türkiye’nin çok merkezli ve heterojen yapısı düşünüldüğünde, her bölgenin kendi özgün siyasal dinamikleriyle değerlendirilmesi gerektiği bir döneme girilmiş durumdadır. İstanbul’un kazananı olmak, Türkiye’yi kazanmaya dair güçlü bir işaret olmaktan ziyade, sadece bu mega-kentin özgül kodlarını doğru okuma becerisini gösteren bir başarı olarak kalmaktadır. Belki Türkiye'yi kazanamamaya dair delalet sayılabilir.
Commentaires