Modernleşme süreci, genel çerçevede, sanayileşme ve kurumsallaşma aracılığıyla geleneksel yaşam biçiminden modern bir yaşama geçişi temsil ederken, kapitalist üretim tarzından kaynaklanan ekonomik, sosyal ve politik değişimlerle karakterize edilir.
Bu dönüşüm, Karl Marx, Émile Durkheim ve Max Weber tarafından farklı ama birbiriyle bağlantılı yollarla kritik edilmiştir.
Özellikle 17. yüzyılda, kapalı dini dogmalara, değerlere ve normlara dayalı despotik ve geleneksel otorite biçimlerine karşı felsefi eleştiriler ortaya çıkmıştır. 18. yüzyıldaki Aydınlanma, "doğal hukuk" ve Newtoncu bilimsel akıl yürütmeye yaptığı vurgu ile bilgi üretiminde yeni bir çağın önünü açmış ve bu süreç Sanayi Devrimi ile sonuçlanmıştır. Weber, bu dönüşümde Protestan dini ve etik değerlerin önemli bir rol oynadığını savunur. Katoliklerin kilise kurallarına itaat etmelerine karşılık Protestanlar, bireyin aradaki aracıya gerek kalmadan Tanrı ile doğrudan karşı karşıya gelmesi gerektiğini ve hakikati kendisinin araması gerektiğini savunmuştur. Bu bireysel hakikat arayışı, ruhu geliştirme ve verimli çalışma anlayışı ile birlikte daha çok çalışıp, daha fazla tasarruf etme ve daha az tüketerek dünyevi gelişime yatırım yapma fikrini beraberinde getirmiştir.
Bilimsel bilginin ilerlemesiyle birlikte, üretim tarzı kapitalist bir sisteme dönüşmüştür. Bu sistemde üretim araçlarının sahibi olan kapitalist, işçi istihdam ederek bunun karşılığında ücret ödemeye başlamıştır. Marx, bu sistemi kullanım değeri, değişim değeri ve artı değer kavramları üzerinden analiz ederek kapitalizmin doğası gereği emeği sömürdüğü sonucuna varmıştır. Çünkü kapitalist, işçiyi yeniden üretim için gerekli olan saatten daha fazla çalıştırmakta ve işçinin emeğinden artı değer elde ederek zenginleşmekte, işçi ise emeğini satan bir çalışan olarak sabit koşullarda daha da yoksullaşmaktadır. Feodal sistemde lordun serfleri işten çıkarma hakkı bulunurken bu sistemde ise işçi belirli bir ücret karşılığında anlaşarak emeğini daha çalışmaya başlamadan önce satmaya başlamıştır. Bu durumda işçi, bu yeni düzende de kapitaliste ait değersiz bir meta haline dönüşür ve fabrika şartlarında kendi üretimine yabancılaşır. Çünkü işçinin emeği, artık fabrikanın bir dişlisi haline gelen ve ürettiği ürünün ona ait olmadığı bir sistemin parçasıdır. Bir başka deyişle, üretilen şey ile üreten kişi arasında natürel bir ilişki kalmamıştır.
Bu bağlamda Marx, insan üretkenliğinin insanın yaşamına anlam kattığını savunur. Çünkü insan, eylemlerini seçme, üretme ve yaşamını buna göre şekillendirme yeteneğine sahiptir ki bu ona özgürlük ve özerklik kazandırır. Ancak modernleşme sürecinde işçi, kendi üretken gücüne yabancılaşır. Bu nedenle işçilerin yaşam tarzı, kötü koşullar altında onlara insanlıklarını geliştirme, akıl yürütme kapasitelerini ve yaratıcılıklarını gerçekleştirme şansı tanımayan sabit hayvansı bir yaşam biçimine dönüşür. Ancak Marx teorisini burada bitirmez. Geçmişten bugüne sınıf çatışmalarını, tarihsel materyalizm çerçevesinde, kuş bakışı şekilde değerlendirirken; tarih boyunca yaşanan çatışmaların insanlığın bir sonraki evresine doğru ilerici bir harekete dönüştüğünü ileri sürer. Modernleşme sürecinde, işçi sınıfının kötü koşullar ve yoksulluk nedeniyle yabancılaşması, işçi ile kapitalist arasında güçlü bir çatışma oluşturacak ve bu durum işçinin sınıf bilincine ulaşmasını sağlayarak devrim adı verilen bir başka geçişle sonuçlanacaktır.
Marx anlamlı insan eylemlerinin gelişim sürecini ekonomik üretim ilişkileri temelinde diyalektik bir şekilde açıklarken, Weber ise modernleşme süresince gerçekleşen rasyonalizasyona ve bireylerin kişisel deneyimleri aracılığıyla yaşamdan çıkardığı anlama odaklanır. Bu esnada Weber bireylerin etkileşimlerini; modern toplumun örgütlenmiş bütünlüğünü, organik yapısını ve kurumsallığını oluşturan unsurlar olarak inceler. Sanayideki kitlesel üretim ve teknolojideki yeniliklerle birlikte, bireyler daha eğitimli, entelektüel ve belirli bir alanda uzmanlaşmış hale gelirler. İş bölümü gün geçtikçe daha karmaşık hale geldikçe, toplumun organizasyonu yeni kurumsal birimler ve işlevler yaratır. Weber, modern toplumdaki bireylerin statülerini de bu değişimler doğrultusunda yorumlar.
Rasyonalizasyon sürecinde, geleneksel otoriteye dayanan uyum odaklı, tek sesli değer yargıları ve kurallar zincirinin yerini; kurumsal güç doğrultusunda bürokratik- operasyonel kurallara ve talimatlara göre şekillendirilerek rasyonelleştirilmiş olan bir değer sistemi almıştır. Bu yeni, karmaşık ve iyi bölünmüş işlevsel-operasyonel sistemde, bilgiye dayalı uzmanlaşma önem kazanmıştır. Bu durumda, yeni düzende, Weber’e göre, bireylerin pozisyonları da bu işleyiş içerisindeki konumlarına göre şekillendiği için kişilerin yaşamı nasıl deneyimlediği ve nasıl anlamlandırdığı da onların modern toplum düzenindeki sosyal, politik ve kurumsal statülerine bağlı olarak şekillenmektedir. Başka bir deyişle, bireyler hayatı öznel deneyimleriyle anlamlandırırken sosyal düzenin belirlemiş olduğu sınırlardan kurtulamazlar. Bu nedenle, içinde bulundukları sosyal-ekonomik-politik ve kurumsal kalıplara göre hareket ederler. Bu da onların rastgele hareket etme özgürlüğüne sahip olamadan toplumdaki pozisyonlarına bağlı bir “demir kafes” içinde yaşadıkları anlamına gelebilir.
Bu süreçte, geleneksel otoritenin tek sesli ve uyum odaklı mekanik benzerliğinden rasyonelleşmiş düzene geçişte bireyler geçmiş örüntüye olan bağlılıklarını yavaşça kaybederler. Bu durumda, o eski büyünün sona erdiğini fark ettikçe ortaya çıkan bir hayal kırıklığı ve temelsizlik hissiyle de baş etmek zorunda kalırlar. Bu sırada bir yere ait hissetmekte zorlanırlar. Diğer yandan ise kurumsallaşan sistemin hiyerarşisindeki statüleriyle bağlantılı bir sosyal işleyiş içinde hayatı deneyimler ve anlam oluştururlar. Bu durum, bireylerin öznel eylemlerinin yine dış dünya tarafından sınırlandırılmış bir kalıpta gerçekleştirilmesine, paylaşılmasına ve anlamlandırılmasına neden olur. Bu noktada, Weber bireyin modernitedeki konumuna odaklanırken, Durkheim ise toplumsal değişimi makro düzeyde bir ilerleme hareketi ve gelişimsel bir karmaşıklık olarak değerlendirir. Bir pozitivist olarak Durkheim, olgusal analize dayanır ve buna göre toplumun zamanla en basit formdan daha karmaşık ve sofistike bir yapıya doğru dönüştüğünü açıklar. Toplumu bütünü temsil eden bir organizma olarak görür ve bu organizmanın mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya doğru işlevsel şekilde geliştiğini savunur. Geleneksel mekanik topluluklarda kolektif bilinç, grubun her üyesi için aynıdır. Bu onları benzer ve birbirine bağlı kılar. Bu benzerlik, düzen ve yasal koda uygun olarak bir bütün gibi hareket etmelerini sağlar. Mekanik dayanışmada, herkes tarafından paylaşılan kutsallıkla bağlantılı olarak, düzen basit, net ve katıdır. Yasal kod ise otoriteye dayalı olarak baskıcıdır ve yaşam tarzı kutsalı karşıtından ayıran totemlerin sembolik anlamlarına bağlıdır. Aslında, mekanik toplumlarda sosyal yapı basittir ve kültürel normlar, kurallar, değerler bireylerin benzer şekilde yaşayıp deneyimlediği bir çatı altında toplanmıştır.
Bu basit aşamadan, toplum daha karmaşık hale gelerek organikleşir ve yapısal sofistikasyonu ile işlevlerinde iyileşir. Bu noktada, toplumsal düzenin ihtiyaçları değişir ve iş bölümü kendini geliştirerek yeni operasyonel alanlar açar. Durkheim’ın işlevsel yaklaşımına göre; din, kültür, eğitim, aile, ekonomik hiyerarşi, ideoloji ve bürokrasi bir bütünün parçaları olarak birbirleriyle ilişkilidir ve çeşitli işlevlere sahiptir. Toplumsal düzenin içeriği yapısından ayrı düşünülemez. Bu yüzden, örgütsel ve kurumsal bölünmeler, farklı türde işlevlere hizmet ederken birbirlerine yapısal olarak bağlıdırlar.
Bu bağlamda, toplum yeni işleyiş sistemleri üreterek kendini geliştirdiğinde, bireysel farklılıklar önem kazanmaya başlar. Kompleks toplumda, çeşitli yaşam tarzları, düşünme ve davranma biçimleri, inançlar, beklentiler ve ahlaki değerler ortaya çıkar. Bu durum, yasal kodun yeni bir versiyonunu beraberinde getirir; çünkü yasa ve politika artık tüm davalara benzer şekilde uygulanmak yerine bireysel davalara yönelik çalışmaya başlar. Bu modernleşen toplumda, eski ekolün otoritesi zayıfladığı için kolektif bilinç form ve içerik değiştirir. Aynı zamanda, iş bölümünün büyüklüğü eğitim ve sağlık sistemlerinde, sosyal hizmetlerde, politik ve kurumsal organizasyonlarda, ekonomik yapılarda vb. çeşitlilik yaratır; bu durum, farklı işlevlere sahip ama birbirine bağlı olan çok boyutlu bakış açısı ve farklılaşmış düzenlemeler gerektirir.
Ancak modernleşme sürecindeki yaşam; kendini belirli, iyi tanımlanmış bir sosyal ve varoluşsal düzlemde ifade edebilmeyi zorlaştırdığı için bir tür anomiyi de beraberinde getirir. Şeyler çok hızlı değiştikçe, küreselleşme her geçen gün arttıkça, ahlaki değerler ve yasal kodlar sorgulanmaya açıldıkça, katı bir düzen ya da otorite tarafından belirlenen itaat duygusu gücünü kaybettikçe kolektif bilincin kaybı hissi de ortaya çıkar. Bu dönemde, topluma olan bağlılık azalır ve bireyler belirsizlik nedeniyle sisteme güvenmekte güçlük çeker. Çünkü toplumsal yapı büyüyüp daha karmaşık hale geldikçe, bir bütün olarak işlevini yerine getirmek üzere dengesini bulmaya çalışmaktadır. Bu nedenle Durkheim, bu geçişte yeni bir değer sistemi inşa edilip bu sistemin doğru, düzgün ve güvenilir şekilde işlediğinden emin olunana kadar geçen sürede insanların ahlaki kurallardan yoksun kalarak anomik bir durum yaşadığını ve bunun psikolojik bir etkisi olduğunu ileri sürer.
Comments