top of page

NE OLACAK BU ENFLASYONUN HALİ

Yazarın fotoğrafı: Güney YazarGüney Yazar

''Enflasyonun sebebi tüketici, üretici, sendika veya ithalat değildir; hükümettir'' Bir sabah uyandığınızı ve uzun yıllar biriktirdiğiniz tasarruflarınızın ya da çok çalışarak kazandığınız maaşınızın bir anda düne göre çok daha az değerli olduğunu fark ettiğinizi düşünün.

Ne harcadınız ne de kaybettiniz, ancak paranızın değeri gözünüzün önünde buharlaştı. Peki, bu kaybın sorumlusu kim olabilir?


Hayır, ne dış güçler ne de bireysel bir hata. Bu kaybın sebebi, Ankara’da alınan düşüncesiz ve hesapsız ekonomik kararlar. Enflasyon, yani malların ve hizmetlerin fiyatlarındaki sürekli artış, paranızın aynı miktarda mal ve hizmet satın alamaması demektir. Paranın alım gücünü hızla eriten bu süreç, toplumdaki herkesin yaşam standardını düşürür.


Yanlış politikalarla yönetilen bir ekonomi, yalnızca tasarruflarınızı eritmekle kalmaz; alım gücünüzü düşürür, gelir eşitsizliğini artırır ve geleceğe dair inancınızı azaltır. Enflasyon, bir ülkenin ekonomik sağlığını tehdit eden görünmez bir vergi gibidir; kimin ne kadar ödediğini kimse tam olarak bilmez, ama herkes bundan zarar görür.


Ama enflasyon sadece ekonomik bir sorun değildir; aynı zamanda ahlaki bir sorundur. Gelir adaletsizliğini artırır, yoksulları, orta sınıfı ve emeklileri soyar. Bu süreçte, zenginleri ödüllendirilirken halk bedel öder. Ve hiç kuşkunuz olmasın, enflasyon kendiliğinden oluşmaz; yaratılır.Enflasyon, Türk halkının uzun vadeli refahı yerine kısa vadeli siyasi kazanca öncelik veren politikaların sonucudur.


İyi haber şu ki bu engellenebilir. Enflasyonla mücadele etmek, cesur ve tutarlı politikalar gerektirir. Bunun ilk adımı, bizi bu noktaya getiren gerçeklerle yüzleşmek ve kalıcı çözümler üretmektir. Gelecek, bu adımları atmaktan korkmayanların ellerindedir.

Türkiye yıllardır mantığa ve tarihe karşı bir ekonomi deneyi sürdürüyor. Geçiş garantili köprüler, yolcu garantili havalimanları, hasta garantili hastaneler, populist ucuz ev kredileri… İktidar kemerleri sıkmak yerine Merkez Bankası’nı Lira basması için zorlayarak para biriminin değerinin düşmesine neden oldu. Son yıllarda uygulanan düşük faiz inadı ve aşırı para arzı, bu güven kaybını pekiştirdi. “Faiz neden, enflasyon sonuç” gibi bilim dışı tezler, yalnızca Türkiye’nin ekonomik itibarını değil, TL’ye olan güveni de yerle bir etti. Artık Türk Lirası, vatandaşlar için bir tasarruf aracı olmaktan çıkmış durumda. İnsanlar döviz ve altına yönelirken, bu durum TL’nin daha da zayıflamasına neden oluyor. Açık olayım: enflasyon parasal bir olgudur. Mal ve hizmet üretiminden daha hızlı para bastığınızda fiyatlar yükselir. Bu uzay bilimi değil. Ancak Türkiye defalarca bu temel ilkeyi görmezden gelmeyi tercih etmiş, bunun yerine sorunu daha da derinleştiren kısa vadeli çözümlere yönelmiştir. Sonuç mu? Değeri sürekli düşen bir lira ve insanların gelirlerini yiyip bitiren bir enflasyon.


Daha zayıf lira, daha yüksek ithalat maliyetleri anlamına gelir ve bu da doğrudan fiyatlara yansır. Enerjiden hammaddelere, hatta temel gıda maddelerine kadar her şey pahalılaşır. Peki bunun bedelini kim ödüyor? Sıradan vatandaşlar, özellikle de sabit gelirli olanlar. Bunun üstesinden gelmek için Türkiye'nin inandırıcı bir enflasyonla mücadele stratejisine ihtiyacı var. Bu da bağımsız ve kararlı para politikası, mali disiplin ve verimliliği artıracak yapısal reformlar anlamına geliyor. Bunlar olmadan enflasyon ekonomi üzerinde kalıcı bir engel olmaya devam edecektir. Ne kadar uzun süre beklersek, düzeltmek o kadar zor olacaktır. Geçici önlemlerin zamanı geçti.


Türkiye'nin enflasyonu sadece yüksek değil; kronik. Türkiye, uzun yıllar yüksek enflasyonla yaşadı. 1980 – 2000 arasındaki yılların enflasyon ortalaması yüzde 63’tür. Bu, hiperenflasyon olmasa da çok yüksek enflasyon demektir. Ardından gelen 2001 – 2023 döneminin enflasyonu da yüzde 19’dur. Önceki döneme göre düşük görünse de bu da çok yüksek enflasyon kategorisindedir. Dolayısıyla Türk toplumu yüksek enflasyonla yaşamaya alışıktır. 1990’larda yüksek enflasyon, yapısal zayıflıklar, siyasi istikrarsızlık ve aşırı kamu harcamaları nedeniyle günlük hayatın bir parçasıydı. 2000'li yılların başında yapılan reformlar hem maliye hem de para politikasına disiplin getirerek göreceli bir istikrar ortamı yaratmıştır. Bu reformlar Merkez Bankası'nın bağımsızlığını, mali kısıtlamayı ve politika yapımında güvenilirliği vurgulamıştır.


Ne yazık ki, bu kazanımlar 2010’lu yıllardan itibaren yavaş yavaş terk edildi. Para politikası, siyasi önceliklere tabi hale geldi; Merkez Bankası bağımsızlığı tartışmaya açıldı ve mali disiplin yerini borçlanmaya dayalı bir büyüme stratejisine bıraktı. Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye ekonomisi yalnızca yüksek enflasyonla değil, aynı zamanda zayıf bir kurumsal yapıyla mücadele ediyor. Bu, yalnızca ekonomiye olan güveni değil, toplumun geleceğe dair inancını da zedeliyor.


“Türkiye'nin birinci sorunudur enflasyon. Hakikaten bugün, enflasyon dediğiniz halk günlük yaşar, halkın birinci sorunu geçim sıkıntısıdır. Esas enflasyon devletleri yıkan bir olaydır. Milletleri içinden bozan bir olaydır. Enflasyon sadece pahalılık olayı da değildir. Ahlakı bozar, borcu olan borcunu ödemez, alacağı olan alacağını alamaz. Hırsızlıktan, soygundan, fuhuşa kadar hemen hemen bütün yolları açar. Toplumun içini bozan bir olaydır. Onun için batılılar, enflasyona bir numaralı halk düşmanı derler. Tek kollu canavar derler. Batı enflasyondan fevkalade çekinir”


Mevcut enflasyonu kırmak kolay olmayacak, çünkü sorun klasik talep ya da maliyet kaynaklı enflasyonlarla sınırlı değil. Ekonomik yönetimde kredibilite, inandırıcılık ve çözüm algısı gerektiriyor. Bu unsurlar elbette gereklidir, ancak yeterli değildir. Bunun yanı sıra, doğru tasarlanmış, çıpası ve çıkış koşulları net bir şekilde tanımlanmış kapsamlı bir program şarttır.


Enflasyonla mücadele etmek için, önce bir çıpa koymanız gerekir. Çıpa, ekonominin gideceği yönü net bir şekilde belirleyen bir referans noktasıdır. Türkiye için bu çıpa, “fiyat istikrarı” olmalıdır. Merkez Bankası, enflasyonu belirli bir hedefe düşürme taahhüdünde bulunmalı ve bu hedefe ulaşmak için tüm araçlarını bağımsız bir şekilde kullanmalıdır. Örneğin, “2027’ye kadar enflasyonu %5’e düşüreceğiz ve bu süreçte faiz oranları enflasyonla uyumlu şekilde belirlenecek” gibi bir taahhüt, piyasalar için güçlü bir mesaj olacaktır.


Ancak çıpa tek başına yeterli değildir. Çıkış koşulları da net bir şekilde tanımlanmalıdır. Yani, sıkı para ve maliye politikalarının hangi şartlarda gevşetileceği veya değiştirileceği şeffaf bir şekilde açıklanmalıdır. Örneğin, enflasyon hedeflenen seviyeye ulaştığında faiz oranlarının kademeli olarak düşürülmesi veya döviz rezervleri belirli bir seviyeye ulaştığında sermaye kontrollerinin kaldırılması gibi somut planlar, hem piyasa aktörlerine hem de halka güven verir.


Türkiye, 2001 krizinden sonra uyguladığı yapısal reformlarla benzer bir sorunun üstesinden gelmeyi başardı. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, mali disiplin ve piyasa dostu reformlarla ekonomiye olan güven yeniden tesis edildi. Bugün de benzer bir kararlılıkla hareket edilirse, enflasyonla mücadele mümkün olabilir.


Ancak, bu süreç kaçınılmaz olarak bir maliyet yaratacaktır. Faiz oranlarının yükseltilmesi, kısa vadede ekonomik büyümeyi yavaşlatabilir ve işsizliği artırabilir. Ancak bu maliyetler göze alınmazsa, enflasyonun uzun vadede yaratacağı ekonomik ve toplumsal yıkım çok daha büyük olacaktır. Reformlar, kısa vadeli acılara neden olabilir, ancak bu acılar, uzun vadeli bir istikrar ve refahın temelini oluşturacaktır. Enflasyonla mücadele, güçlü kurumlar, güvenilir bir ekonomik yönetim ve sabır gerektirir. Türkiye, geçmişte bunu başardı. Aynı kararlılık ve iradeyle, bu kez de başarabilir.


Sonuç olarak, Türkiye ekonomisi bugün bir yol ayrımında. Enflasyon, sadece fiyatların yükselmesi değil; güvenin, yönetim aklının ve ekonomik rasyonalitenin erimesidir. Bu kriz, günü kurtarmak için alınan kararların uzun vadede daha büyük bedellerle karşımıza çıktığını gösteriyor. Artık matematiği ve gerçekleri görmezden gelen popülist yaklaşımların zamanı geçti. Güçlü ve bağımsız kurumlar, kararlı politikalar ve halkla dürüst bir iletişim olmadan bu kısır döngüden çıkış mümkün değil. Elbette, herkes reform ister ama faturayı kim ödeyecek? Sorun tam da burada. Bu soruyu dürüstçe yanıtlayamadan, çözüm de gerçekçi olmayacak. Daha önce yaptık, yine yapabiliriz. Ama şunu unutmayalım: Zorluklarla yüzleşmek cesaret ister; o cesareti gösteremezseniz, sorunlar da yerinde saymaz, büyür. Şimdi sorunlardan kaçma değil, cesaret gösterme zamanı.

Comments


bottom of page