top of page

SEVK VE İSKÂNIN KARAR SÜRECİ: 1915 ERMENİ TEHCİRİ'NE GİDEN SÜREÇ

Osmanlı Devleti son zamanlarında büyük bir çalkantı içine girmişti. Bu çalkantılar sadece askeri ve siyasi olarak değil, aynı zamanda etnik ve dini bölünmeleri de beraberinde getirmişti. Ortaya çıkan bu bölünmeler içinde ise en çok gündemde duran ve herkesin hafızasına girmiş olan ise, Osmanlı Devleti’nin 1915 senesinde almış olduğu "Ermeni Tehciri" olarak bilinen Sevk ve İskân Kararıdır.

(Genç Türkiye'nin faal ve azimkâr Dahiliye Nazırı Muhterem Talat Beyefendi Hazretleri)


Ermeni Tehciri konusuna girmeden önce ilk olarak tehcir kelimesinin kökenini ve ne anlama geldiğini açıklamakla başlamak daha doğru olacaktır. Tehcir kelimesi, Arapça kökenli bir kavram olup “hicret ettirme”, yani bir kimsenin bulunduğu yerden başka bir yere göç ettirilmesi anlamına gelir. Bu kelimenin kökü olan “hicr” ve “hicret”, İslami literatürde özellikle Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçünü ifade etmek için kullanılmıştır (Kemal Beydilli, “Tehcîr”, TDV İslâm Ansiklopedisi). Dolayısıyla kelime başlangıçta dini bir bağlam taşıyordu ve zorunlu olmayan, hatta kutsal bir hareketi çağrıştırıyordu. Ancak Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, özellikle I. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin yer değiştirmesi sürecinde, tehcir kelimesi bambaşka bir anlam kazanmıştır.


27 Mayıs 1915 tarihli “Sevk ve İskân Kanunu” çerçevesinde çıkarılan düzenlemelerle, kelime ilk kez resmî bir devlet politikası bağlamında kullanılmış ve zorunlu göç, sürgün anlamlarını taşımaya başlamıştır. Bu bağlamda kelime ele alındığı vakit, artık siyasî, askerî ve güvenlik temelli bir içeriğe bürünmüştür.


Zamanla “tehcir” kelimesi, hem literatürde hem de halk arasında, Ermeni Tehciri olayları ile özdeşleşmiştir. Bugün bu kavram, 1915 olaylarını ifade eden en yaygın ve özel terimlerden biri haline gelmiştir. Yani kelimenin anlamı, tarihî süreç içerisinde dini göçten zorunlu sürgüne dönüşen bir yolculuk geçirmiştir. Bu nedenle günümüzde tehcir kelimesi, yalnızca tarihî bir uygulamayı değil, aynı zamanda günümüzde devam eden bir tartışmayı da sürdürmektedir. Kullanımı sadece tarihsel bilgiyle sınırlı olmayıp, politik ve kültürel bağlamla da iç içe olmuştur.


Osmanlı Devleti'nin çok uluslu yapısı içinde yüzyıllarca huzur içinde yaşamış ve "Millet-i Sadıka" olarak adlandırılmış olan Ermeni toplumu, 19. yüzyılın sonlarından itibaren dış destekli ayrılıkçı hareketlere yönelmiştir. Özellikle Osmanlı Devleti’nin eski gücünü kaybetmesi, Düveli-i Muazzama’nın, güçlü devletlerin, (İngiltere, Fransa ve Rusya) Osmanlıların içişlerine müdahale etmesi, 93 Harbi sonrasında ortaya çıkan Berlin Konferansı ve Ayastefanos Antlaşması ile birlikte Ermenilere yönelik ıslahat yapılması fikri, Ermenilerin kendi patrikhanelerine bağımsızlık düşüncesi bu idealleri ortaya çıkarmıştır. 93 Harbi’nden önce de belli bölgelerde, özellikle Urfa, Yozgat, Sason, birtakım sorunlar olmuş olsa da genel olarak Ermeni Sorunu dünya kamuoyuna taşınmamıştı.


Ancak 1878’den sonra oluşan ortamda Düvel-i Muazzama dediğimiz devletler Osmanlı üzerindeki bölme emellerine ulaşmak için Ermenileri kullanmışlardır. Hatta şunu belirtmekte fayda var ki, 1878’den önce Rusya işgal ettiği Osmanlı topraklarına (şu anki Ermenistan ve civarına) Türkleri göndererek Ermenileri yerleştirmiştir. Sonrasında ayrılıkçı örgütler kurulmuş ve halen daha bilinen isimleriyle ilk olarak 1877 senesinde İsviçre’de Hınçak, 1890 senesinde ise Tiflis’te Taşnaksütyun Cemiyetleri kurularak ayrılıkçı faaliyetlerine hız kazandırmışlardır. Bu ayrılıkçı ve ihtilalci Ermeniler, Taşnak ve Hınçak gibi komitelerin öncülüğünde örgütlenmiş ve örgüt hareketleri zamanla silahlı isyanlara dönüşerek ilk başlarda Doğu Anadolu’da faaliyete geçmiştirler. Ama Doğu Anadolu’da sonuç alamayan Ermeniler, dikkatlerini Çukurova ve Maraş bölgesine kaydırmıştır.


1909 yılında Adana’da başlayan olaylar, yalnızca münferit bir çatışma değil, Ermenilerin Küçük Ermenistan kurma hedefi doğrultusunda planlı bir hareketin parçası olarak okunmalıdır. Nitekim, bu dönemde Ermenilerin Adana ve Maraş’a yönelik göçleri artmış, nüfus dengesi değiştirilmiş ve bölgedeki Ermeni din adamları ve murahhaslar eliyle silahlanma faaliyetleri yürütülmüştür (Ali Karahan, “1909 Maraş Ermeni Olayları”, s. 161–169).

(1895’te Zeytun’da silahlı direnişe katılan 2 Ermeni kadın militan / 1896 Zeytun’daki silahlı ayaklanmanın lideri Zeytun’da bulunan Ermeni Piskopos Furnuz’lu Nikoghos)


Maraş’ta yaşanan gelişmeler de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Adana’daki çatışmaların ardından, Ermeni komitelerinin çağrısıyla harekete geçen bazı gruplar, Türk halkına yönelik provokatif girişimlerde bulunmuş, hatta Zeytun gibi merkezlerde askerî ve idarî binaları kuşatma girişiminde bulunmuştur (Karahan, s. 170). Tüm bu gelişmeler, devletin otoritesine doğrudan bir ayaklanma niteliği taşımaktadır. Bu tür teşkilatlı ve dış destekli hareketler karşısında Osmanlı Devleti, toplumun bir arada yaşamasını mümkün kılan kamu düzenini korumak amacıyla sert ve istikrarlı tedbirler almak zorunda kalmıştır. Nitekim ilerleyen yıllarda alınacak olan Sevk ve İskân kararlarının arka planında, doğrudan bu tür tehditlerin sistemli olarak artması önemli bir etken olmuştur.


Adana ve Maraş'ta yaşanan gelişmelerin ardından Anadolu’nun farklı bölgelerine yayılan Ermeni isyanları, artık sadece mahallî çatışmalar olmaktan çıkmış, Osmanlı Devleti'nin iç güvenliğini doğrudan tehdit eden bir yapı haline gelmiştir. Taşnak ve Hınçak cemiyetlerinin yönlendirdiği Ermeni çeteleri, cephede Osmanlı ordusuyla savaşan düşman güçlerine katılırken, cephe gerisinde ise sabotaj, suikast ve katliamlarla Osmanlı yönetimini istikrarsızlaştırma çabası içerisine girmiştir.

(Resim 1: Ermeni isyancıların Van’da Müslümanları öldürdükten sonraki verdiği "hatıra" fotoğrafı, 1916 / Resim 2: 1915’te Van Taşnak Cemiyeti militanları / Resim 3: Taşnaksütyun Federasyonu’nun flaması / Resim 4: Van’da siperde Türklere karşı silah sıkan Ermeniler)


1915 baharına gelindiğinde, Osmanlı Devleti üç cephede birden savaşmakta; Çanakkale, Kafkasya ve Mezopotamya’da (Irak Bölgesi ve civarı) askerî varlığını korumaya çalışmaktaydı. Ancak hem cephede hem cephe gerisinde, özellikle Doğu Anadolu’da yoğunlaşan Ermeni isyanları, devletin askerî hareket kabiliyetini ve ikmal hatlarını ciddi biçimde tehdit etmeye başlamıştı. Van, Bitlis, Erzurum, Sivas ve Harput çevresinde artan isyan hareketleri; istihbarat ve lojistik sistemini felce uğratan bir niteliğe bürünmüştü.


Bu dönemde Osmanlı ordusu, Sarıkamış faciası sonrası büyük kayıplar yaşamış, insan gücü ve malzeme açısından zayıf düşmüştü. Ordunun lojistik desteğe mutlak surette ihtiyaç duyduğu bu kritik evrede, cephe gerisinde faaliyet gösteren silahlı Ermeni gruplarının, ulaştırma yollarını hedef alması savaşın seyrini doğrudan etkileyebilecek boyuta ulaşmıştı. Bu sebeple Osmanlı ordusu, ayaklanmaların yalnızca güvenlik değil, aynı zamanda bir varoluş tehdidi oluşturduğuna kanaat getirmiştir (Jeremy Salt, “Ermeni Tehciri: ‘Askerî Mecburiyet’ Gerekçesi”, s. 71).


Bu kritik süreçte, Van’da başlayan isyan ile birlikte diğer yerlerde de çıkan olaylar, Ermeni hareketlerinin artık siyasi değil, aynı zamanda askerî bir tehdit düzeyine ulaştığını göstermiştir. Özellikle Van İsyanı bu değerlendirmelerin doruk noktası olmuş, binlerce silahlı Ermeni'nin katılımıyla şehir işgal edilmiş, Müslüman halk katledilmiş ve Van Gölü çevresindeki köyler kanlı saldırılarla ele geçirilmiştir. 16 Mayıs 1915’te Van Valisi’nin (Tahir Cevdet Bey) şehri terk etmek zorunda kalmasıyla birlikte Osmanlı ordusu, isyanın sistemli ve dış destekli olduğunu net şekilde görmüştür.


20 Mayıs 1915’te Rus birliklerinin Van’a girmesiyle birlikte Aram Manukyan, şehrin valiliğine getirilmiş, böylece Osmanlı hâkimiyetinde olan bir kent, fiilen işgal altında ve Ermeni kontrolünde yönetilmeye başlanmıştır. Manukyan, Rus ordusunu şehre davet ettiğini açıkça ifade etmiş, kalenin anahtarlarını Rus generaline teslim ederken Rusça konuşmuş ve konuşmayı “Türklere karşı kazanılmış ortak bir zafer” olarak nitelendirmiştir.

(Aram Manukyan, 1915’te Van’da baş gösteren isyanının lideri ve kısa süreliğine Ermeni/Rus işgali altında Van’ın idaresini kendi emrine almıştır)

Şehirdeki Müslüman mahallelerinin sistematik biçimde yakılması, kadın ve çocuklara yönelik hunhar saldırılar, göçe zorlanan insanların katledilmesi gibi olaylar, devletin bu bölgede idari ve askerî varlığını sürdüremeyecek duruma geldiğini ortaya koymuştur. Van’daki ayaklanmalar sırasında, Taşnak örgütünün yerel komiteleri köy köy örgütlenmiş, özellikle Rus destekli planlamalarla Osmanlı askerî birliklerinin cepheye sevkiyatı engellenmiş, şehirde bir Ermeni idaresi kurulmuştur. Bu süreçte Aram Manukyan’ın liderliğinde gerçekleştirilen uygulamalar yalnızca askerî değil, doğrudan sivilleri hedef alan sistemli bir yok etme girişimidir.


Ermeniler, Van civarına saldırdıklarında Müslüman halk köylerinde yaşamakta iken, bir anda köylerini boşaltmak zorunda kalmışlardır. Özellikle Zorava, Derebey, Hıdır, Şeyhayne (Otluca), Şeyhkara, Göllü, ve köylerinde Müslüman ahali köylerinden kaçmak zorunda kalıp Zeve Köyüne sığındıkları vakit Van’ın kuşatıldığını öğrenmişlerdir. Ancak Ermeni komitacılara karşı yapılan müdafaalar yeterli olmamış, sonrasında Ermeniler tarafından topluca katliam gerçekleştirilmiştir. Bazı bölgelerde köylülerin diri diri yakıldığı, kadın ve çocuklara yönelik korkunç işkenceler yapıldığı tanık anlatımlarıyla belgelenmiştir. Özellikle Zeve Köyü’nde iki bini aşkın kişi hunharca katledilmiştir. Sadece Van merkezde değil; Van’ın neredeyse tamamında, örneğin Selimbey Mahallesi, Alaköy, Çaldıran ve Erciş gibi çevre yerleşimlerde de Türk halkı evlerinden zorla çıkarılmış, malları yağmalanmış ve yerlerine Ermeni çeteleri yerleştirilmiştir (İlknur Koç Çiftçi, “1915 Van’da Ermeni İsyanı ve Aram Manukyan”, s. 1151).


Tanık anlatımları, birçok Türk ailesinin evlerinde diri diri yakıldığını, kadınların önce tecavüze uğrayıp sonra süngülendiğini, çocukların fırınlara atıldığını, hamile kadınların karınlarının yarıldığını aktarmaktadır. Van’da 17 bin Müslüman Türk’ün katledildiği, sayısız köyün haritadan silindiği, birçok cami, medrese ve Müslüman mezarlığının yakılıp yıkıldığı bu isyan hareketi, yalnızca bir kalkışma değil, açık bir vahşet hareketinin de göstergesidir. Van’daki uygulamalar, Ermeni isyanlarının yalnızca askerî olarak değil, aynı zamanda toplum yapısının tehlikeye düştüğünü, silahlı grupların halk desteğiyle birleşerek Osmanlı içindeki sivil yaşama karşı düşmanca bir tutum geliştirdiklerini ortaya koymuştur.

(İlk iki fotoğrafta 1990’larda Van’da yapılan toplu kazılar neticesinde Ermeniler tarafından öldürülen Müslüman halkın iskeletlerinin bulunması / alttaki iki fotoğrafta ise Aram Manukyan önderliğinde baş gösteren isyanda katledilen Müslüman çocuklar ve kadınlar)

Bu koşullar altında, tehcir artık sadece cephe gerisini güvenli tutma hamlesi değil, Müslüman halkı Ermeni vahşetinden koruma yönünde alınmış zarurî bir karar olarak belirmiştir. Bu zulmün büyüklüğü, olayları bizzat yaşayanların ifadelerinde net bir şekilde görülmektedir.


Vanlı Hoca Rasih Efendi’nin eşi Naciye Hanım, istila sırasında yaşadıklarını şöyle anlatmıştır:

İki Rus ve dört Ermeni’den oluşan bir çete evimize girdi. Eşim ve üç çocuğumu parça parça ettiler. Namusumu feryad figanımla dalga geçerek ayaklar altına almak üzerelerken bir Rus zabiti imdadıma yetişerek kurtardı”​.


Ermenilerin yaptıkları katliamdan kurtulan diğer kişilerin ifadelerine göre ise, yaşanan zulüm akıl almaz boyuttaydı:

Rus kuvvetleriyle birleşip ‘insan kasabı’ Ermeniler, girdikleri yerlerde selhhane gibi cesetlerden geçilmez halde alanlar bırakmışlardı. Paraları ve kıymetli eşyaları yağmalamış, cami ve medreseleri ateşe vermişlerdi. Müslümanları katletmekten zevk alan bu gruplar, insanların burunlarını, kulaklarını, bacaklarını, kafalarını kesmiş; karınlarını yarmış ve kılıçtan geçirmişlerdi. Çocukları diri diri ateşe atmışlar, daha konuşamayan çocukları ve ayakta duramayan yaşlıları kılıçtan geçirmişlerdi. Bazılarının derilerini tulum gibi soymuş, kestikleri kafaları süngülere takmış, kimilerini de kütük üstünde doğramışlardı. İnsanları kuyulara doldurmuş, kadın ve çocukları tandır damlarına doldurup yakmışlardı. Kadınlara ağır cinsel saldırılar uygulamış, direnenleri acımasızca öldürmüşlerdi”​.


Mollakasım köyünden Ahmet Çınkılıç ise yaşadıklarını şu sözlerle ifade etmiştir:

Ermenilere barış amaçlı tuz ve ekmek yolladık. Götürenler öldürüldü. Köye giren Ermeniler sağa sola ateş ederek köyü mahşer yerine çevirdiler. Erkek çocuklarını bile öldürüyorlardı. Erkekleri boğazladılar, kurşuna dizdiler. Bazılarının tenasül organını kesip ağzına koymuşlardı”​.


Bu tanıklıklar (Tanık ifadeleri olduğu gibi makalelerden alınmış ve değiştirilmeden yazılmıştır), Van’daki Ermeni isyanının yalnızca Osmanlı yönetimine karşı değil, doğrudan sivil halka karşı yürütülen bir etnik temizlik girişimi olduğunu gözler önüne sermektedir (Koç Çiftçi, s. 1152-54). Ermenilerin Van ve çevresindeki yapmış olduğu olaylar, bu kararın tarihsel ve insani meşruiyetini tartışmasız biçimde ortaya koymaktadır.

Van’da sivillere yönelik yürütülen Ermeni zulmü yalnızca bir şehirle sınırlı kalmamış, aynı katliam politikası Kars ve çevresine de taşınmıştır. 1918 yılına gelindiğinde, özellikle Kars, Ardahan, Iğdır, Tuzluca ve çevresindeki Müslüman köyler, Ermeni çeteleri tarafından sistematik biçimde hedef alınmıştır. Van’da Aram Manukyan’ın öncülüğünde başlatılan etnik temizlik politikası, Kars’ta düzenli Ermeni birliklerinin katılımıyla daha kapsamlı bir hal almıştır. Bu dönemde, yalnızca Kars ve çevresinde 400’ün üzerinde köyde, 40.000'e yakın Müslüman sivil camilere, samanlıklara, ahırlara kapatılıp yakılmıştır. Mirliva Yakup Şevki Paşa, 16 Mayıs 1918 tarihli telgrafında bu zulmün boyutunu şöyle rapor etmiştir:

Kars şarkındaki Subasan karyesinde 570 nüfus İslam’ı balta, kama, bıçak istimal ederek ve ateşte yakarak şehit ettiler. Magosto ve Alaca karyelerinde yüzü mütecâviz kadın, çocuk ve erkeği aynı suret-i feci’ada şehit ettiler…”​

(Kars’ta Ermenilerin yapmış olduğu mezalimlere örnek olarak verebileceğimiz resimler)


Bu yalnızca bir askerin raporu değil; bölgede yaşanan vahşetin resmî ifadesidir. Ermeni çeteleri, bebekleri süngüye geçiriyor, kadınları direklere çiviliyor, yaşlıları diri diri yakıyorlardı. Ohanes Apresyan adlı bir Ermeni subayının kendi anılarında yer verdiği ifadeler bile bu durumu açıkça itiraf etmektedir:

Topçu ateşi ile köyler taş ve toprak yığınına çevriliyor, kaçanlar tüfek ve süngüyle öldürülüyordu... Ağlayan çocuğun sesini takip ettim. Annesi gırtlağı kesilmiş halde yatıyordu. Üstünde bir yaşındaki bebek, annesinin memesinden süt emmeye çalışıyordu...”​

Bu yalnızca bireysel bir anı değil, bir vicdanın karanlık itirafıdır. Bölgedeki zulüm, halkın hafızasına ağıtlarla kazınmış, sözlü kültürde derin izler bırakmıştır.


Âşık Kahraman, doğrudan Kars’ın Kalo/Derecik köyü katliamına tanıklık etmiş ve yaşadığı acıyı şu mısralarla dile getirmiştir:

Altıyüz altmış can, battı kırıldı; Çoğu yandı, geri kalan vuruldu, Bu köyün defteri artık dürüldü, Hâlinin yamanı, Arşa dayandı.”​


Kars'ta sadece Kalo/Derecik köyünde 660 kişi katledilmiş, bunların 360’ı samanlığa doldurularak diri diri yakılmıştır. Katliamdan kurtulan yalnızca 11 kişi olmuştur (Şenol Kantarcı, “Kars’ta Türklere Yönelik Ermeni Katliamı: Kalo/Derecik Köyü Toplu Mezar Kazısı”, s. 226-230). Bu veriler, ağıtla belgelenen gerçekleri, arkeolojik kazılarla da doğrulamaktadır. 2003 yılında açılan toplu mezarlarda bulunan yanmış çocuk iskeletleri, katliamın boyutunu sessizce haykırmaktadır. Kars’taki bu büyük felaket, tehcirin yalnızca cephe gerisini güvene almak amacıyla değil, aynı zamanda sivil halkı Ermeni saldırılarından korumak için hayati bir tedbir olarak alındığını açıkça ortaya koymaktadır. Van’dan sonra Kars’ta yaşananlar, tehcir kararının yalnızca askerî değil, aynı zamanda insanî bir zorunluluk olduğunu bir kez daha göstermektedir.


Belirtildiği üzere Van’ın isyan sonucu Ruslara teslim edilmesi (20 Mayıs 1915 - 2 Nisan 1918), yakın vilayetlerde meydana gelen Ermeni isyanları ve Müslüman halkın Ermeniler tarafından canice katledilmesi gibi sebepler Osmanlı yönetiminde tehcir kararının zorunlu bir güvenlik tedbiri olarak değerlendirilmesine neden olmuştur. İşte bu bağlamda, 24 Nisan 1915 tarihi kritik bir dönüm noktasıdır. Osmanlı hükümeti, bu tarihte yayımladığı bir tamimle, Ermeni komitelerine mensup örgüt yöneticilerinin tutuklanmasını emretmiştir (M. Törehan Serdar, “Ermeni Sevk ve İskânının (Tehcirin) Altında Yatan Nedenler”, s. 227-228). Bu karar, doğrudan bir “tehcir” uygulaması olmasa da, isyan hareketlerine karşı alınmış ilk büyük çaplı güvenlik tedbiri olması bakımından önemlidir. Günümüzde Batılı çevreler tarafından bu tarih, tehcirin ve hatta sözde ‘soykırım’ın başlangıç tarihi olarak sunulmaktadır. Oysa bu tutuklamalar, sadece silahlı isyana karışan örgüt mensuplarını hedef almış, hiçbir faaliyete karışmamış olan Ermeni vatandaşlarını kapsamamıştır. Bu nedenle, 24 Nisan’ın “soykırımın başlangıcı” olarak gösterilmesi tarihî gerçeklikten uzak, politik amaçlara hizmet eden bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.


Bu gelişmeleri takiben, artan tehditler ve savaşın doğurduğu olağanüstü koşullar çerçevesinde Osmanlı Devleti, 27 Mayıs 1915 tarihinde Sevk ve İskân Kanunu’nu ilan etmiştir. Bu kanun, devletin doğrudan savaş bölgelerinde yaşayan ve orduyla iş birliği yapan unsurlara karşı uygulamaya koyduğu bir zorunlu yer değiştirme düzenlemesidir. Yani bu karar, herhangi bir etnik temizlik veya kitlesel imha amacı değil, devletin varlığını ve askerî düzenini koruma tedbiriyle alınmıştır. 1 Haziran 1915 (Miladi Takvim olarak) tarihinde ise bu kanun, Meclis-i Vükelâ kararıyla uygulamaya geçirilmiş ve resmî hale gelmiştir (Serdar, s. 253). Bu noktada Osmanlı Devleti’nin aldığı sevk ve iskân kararı, yalnızca bir iç güvenlik önlemi değil, savaşın devamlılığı açısından askerî bir zorunluluk olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca isyancı unsurlar ile onlara destek veren sivil halk içerisindeki desteği kesmenin de en etkili yolunun nüfus hareketliliğini değiştirmekte görmüştür. Böylece tehcir, askerî bir tedbirin yanı sıra, aynı zamanda hukuki ve idarî bir karar olarak da yürürlüğe girmiştir. Yerlerinden edilen Ermenilerin çoğunluğu, Suriye, Halep, Musul ve Deyr-i Zor gibi cephe hattından uzak, devlet kontrolündeki güvenli bölgelere sevk edilmiştir.

(Tehcir kararının Takvim-i Vekayi’de yayınlanması, 1 Haziran 1915. (Görsel, Milli Kütüphane Başkanlığı arşivinden alınmıştır ve Rumi olarak 19 Mayıs 1331 yazmaktadır.))

Bu kararların hiçbir aşamasında Ermeni toplumunu imha etmeye yönelik kasıtlı bir politika güdülmemiştir. Aksine, dönemin olağanüstü şartları altında, Osmanlı Devleti hem cephedeki askerî düzeni sağlamak hem de iç bölgelerde halklar arası çatışmaları önlemek adına bu kararı almak zorunda kalmıştır. Yerlerinden edilen Ermenilerin, gıda, barınma ve güvenlik gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması için çeşitli idari önlemler alınmış, göç yolları üzerinde organizasyonlar kurulmuştur. Savaşın doğasında bulunan ağır koşullar, ulaşım ve iletişim zorlukları ile bazı yerel düzeydeki ihmallerin oluşması, yer değiştirme sürecinde trajik sonuçların doğmasına neden olmuştur. Bu trajik durumlar, daha sonra bazı çevrelerce kasıtlı bir biçimde “soykırım” olarak tanımlanmış, ancak bu iddialar hem tarihsel gelişmelerle hem de sürecin arkasında yatan mecburiyetlerle çelişmektedir.


Yani 1915 Ermeni Tehciri, devletin hayati güvenlik çıkarları ve toplum düzenini sağlama hedefi doğrultusunda alınmış zorunlu ve istisnai bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar bu süreçte acı yaşanmış olsa da, bu acılar ne kasıtlı bir yok etme politikasıyla ne de etnik bir tasfiye niyetiyle açıklanabilir. Özellikle cephe gerisindeki ikmal yollarının korunamaması, isyanların yayılması ve düşman unsurlarla iş birliği içerisinde hareket eden silahlı grupların artan etkinliği, Osmanlı ordusu ile Harbiye ve Dahiliye Nezaretlerinin karar süreçlerinde belirleyici olmuştur. Bu şekilde Sevk ve iskân uygulaması, cephede savaşan birliklerin lojistik güvenliğini sağlamak, ama aynı zamanda da iç bölgelerde yaşanan silahlı karışıklıkları önlemek amacıyla yürürlüğe konmuştur.


(Ermeni göçmenleri koruyan Osmanlı askerleri, 1915-16 civarları)

1915’te uygulanan tehcir kararının ardından Anadolu’nun çeşitli bölgelerine zorunlu göç ettirilen Ermenilerden yaklaşık 300.000’i, savaşın ardından tekrar memleketlerine geri dönmüşlerdir. Osmanlı Hükümeti, 18 Aralık 1918 tarihli kararıyla geri dönüşlere izin vermiş, hatta dönüşleri kolaylaştırmak için birçok bürokratik ve mali düzenleme yapmıştır. Geri dönen Ermenilerin büyük çoğunluğu, Suriye, Irak ve Anadolu’nun iç bölgelerinden, daha önce terk ettikleri evlerine veya alternatif yerlere yerleştirilmiştir. Dönüş sürecinde gıda, barınma, ulaşım, tıbbi destek ve hatta giyim yardımı, yalnızca Osmanlı Devleti tarafından değil; aynı zamanda Hilal-i Ahmer, Patrikhane, yerel halk, hatta ABD ve bazı İtilaf Devletleri’nin insani kurumları tarafından da sağlanmıştır.


Muhacirin Müdüriyeti (Göçmenler Dairesi) ve Aşâyir ve Muhacirin Müdüriyet-i Umumiyesi (Aşiretler ve Göçmenler Genel Müdürlüğü), geri dönen Ermenilerin iaşe, iskân ve ulaşım ihtiyaçlarını karşılamakla görevlendirilmişti. Osmanlı Hükümeti, bu kapsamda:

  • Yol harçlıkları vermiş,

  • Vapur ve tren bileti masraflarını üstlenmiş,

  • Evleri yıkılanlara inşaat malzemeleri sağlamış,

  • Tohumluk ve tarım araçları vererek üretime katılmalarını desteklemiştir.

Ayrıca, 1918 yılında çıkarılan kararnamelerle vergisel muafiyetler sağlanmış, yetimlere ve kadınlara maaş bağlanmış, Ermeni dini kurumlarına ait mülklerin iadesi ve eski kiliselerin yeniden açılması için düzenlemeler yapılmıştır (Muzaffer Tepekaya – Ramazan Çalık, “Türk ve Alman Belgeleri Işığında Trabzon’da Ermeni Tehciri”, s. 189-91).


Tehcir sonrası geri dönen Ermenilerin mallarına devlet tarafından sistematik bir biçimde el konulmamış, aksine 1918 yılı sonrasında çıkarılan kararnamelerle taşınır ve taşınmaz mallarının büyük kısmı iade edilmiştir. Bazı yerel sıkıntılara rağmen, hükümet, daha önce bu mülklerde oturan Müslüman muhacirleri tahliye ederek evleri eski sahiplerine geri vermiş, bu süreçte 100.000’den fazla Müslüman’ın evsiz kaldığı belirtilmiştir (Hacer Çelik, “Ermeni Tehciri ve Tehcirden Dönen Ermenilerin İskân Sorunu”, s. 152).

(Bu arşiv vesikası, tehcir sonrası mağdur durumda bulunan Ermenilere yönelik Osmanlı Devleti tarafından yapılan yardımı belgelemektedir, Dahiliye Nezareti Arşivi)


Devletin gayreti, yalnızca Ermenilerin evlerine dönmesini değil, aynı zamanda hayata yeniden tutunmalarını sağlamak olmuştur. Göç etmeyen Ermeniler ise, tehcir kapsamı dışında bırakıldıkları için günlük hayatlarına devam etmiş, bu gruplar da devletin benzer şekilde desteğinden yararlanmıştır. Bu durum, tehcirin etnik kimliğe değil, güvenlik temelli bir ayrıştırmaya dayandığını göstermektedir. Bu süreçte yaşanan zorluklara rağmen, birçok Ermeni’nin kısa sürede iş sahibi olduğu, mülklerine kavuştukları, hatta bazı bölgelerde önceki nüfuslarına göre daha kalabalık bir şekilde geri döndükleri belgelerle ortaya konulmuştur. Hükümet yalnızca mülkiyetin değil, aynı zamanda sağlık hizmetlerinin ve çocukların eğitim ve himayesinin de planlı bir şekilde yürütülmesini sağlamıştır (Çelik, s. 156).

(Bu arşiv vesikası ise evlerine dönmek isteyen Ermenilerin geri dönüşlerine izin verilmesi, evleri müsait ise evlerine, değil ise boş evlerden birine yerleştirilmelerini gösteren bir belge, Dahiliye Nezareti Arşivi)


Bazı bölgelerde evlerine dönenlerin, önceki nüfuslarına göre daha fazla olduğu bile gözlenmiştir. Devletin sağladığı inşaat malzemeleri, tarım araçları ve nakit yardımları sayesinde, birçok aile, kısa sürede eski hayat düzenine kavuşmuştur. Yetim kalan çocuklar, öncelikle yetimhanelere yerleştirilmiş, buradan da akrabalarına veya cemaatlerine teslim edilmiştir. Müslüman ailelerin yanında kalan bazı Ermeni çocuklar ise, yine cemaat kayıtlarına göre iade edilmiştir. Kadınların durumu ise hassasiyetle ele alınmış, isteyenler yeni hayatlarına devam etmiş, istemeyenlerin dönüşü güvence altına alınmıştır (Çelik, s. 156-58).


Bu geri dönüş süreciyle birlikte soykırım iddialarının asılsız olması bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Eğer bu bir “soykırım” olsaydı, devletin geri dönüşe izin vermesi, para ve iaşe yardımında bulunması, yerel ve uluslararası organizasyonlarla işbirliği yapması beklenemezdi. Bu süreç için ABD’li tarihçi Justin McCarthy’nin şu tespiti önemlidir:

Araştırmalarım sırasında Ermenilerden çok daha fazla Anadolu Müslümanlarının ölmüş olduğunu gösteren verileri bulduğumda, Ermeniler konusunda kabul edilmiş bilgilerle ilgili ilk yanlışlıkları keşfettim. Sorun bana jenosit olarak görünmedi.” (Tepekaya - Çalık, s. 192)


Sonuç olarak bütün her şeyi gözden geçirdiğimiz vakit, 1915 yılında Osmanlı Devleti tarafından alınan tehcir kararı, tarih boyunca çokça tartışılmış olsa da, belgelerle sabit olan gerçeklik, bu kararın bir zorunluluk ve meşru müdafaa refleksiyle alındığını ortaya koymaktadır. Çünkü tehcir, yalnızca bir göç uygulaması değil; aynı zamanda doğrudan bir halkı koruma ve devletin varlığını muhafaza etme amacıyla alınmış idarî ve askerî bir önlemdir.


Özellikle Doğu Anadolu Bölgesi olmakla birlikte, Kafkasya ve Karadeniz hattında, Ermeni komitelerinin silahlı isyan girişimleri, Müslüman halka yönelik vahşi saldırılar, köy baskınları, kadınlara yapılan işkenceler, çocukların süngülenmesi gibi olaylar hem Osmanlı hem de Batılı kaynaklar tarafından kayıt altına alınmıştır. Bu süreçte Van, Bitlis, Erzurum, Kars ve çevresinde binlerce masum insan hayatını kaybetmiş, göç yollarında dahi saldırıya uğramıştır. Ermeni komitelerinin bu saldırgan tutumu yalnızca cephede değil, şehir merkezlerinde, köylerde ve cami avlularında bile ortaya çıkmıştır.


Taşnak ve Hınçak örgütleri sadece Osmanlı'ya değil, doğrudan Anadolu halkının yaşam hakkına kastedilen bir süreci ortaya çıkarmıştır. Bu vahşet ortamında alınan tehcir kararı, modern anlamda bir iç güvenlik operasyonunun tarihsel karşılığı olarak nitelendirilebilir. Dahası, tehcir sırasında birçok Ermeni'nin bu karardan kurtulmak için İslamiyet’i kabul ettiğini ve böylelikle sürgünden muaf kalmak istediği de olmuştur. Fakat belgeler açıkça göstermektedir ki, bu din değiştirmelerin büyük bir kısmı samimi değil, menfaat amaçlıydı. 1 Temmuz 1915 tarihli resmî bir telgrafta, şu dikkat çekici ifadeye yer verilmektedir:

Ermeniler öteden beri kendi yararlarını tehlikede gördüklerinde bir vasıta-i iğfâl (aldatma aracı) olarak ihtida etmişlerdir. Bu nedenle, İslam adı alsalar bile zararlı faaliyetlerden geri kalmayacakları göz önüne alınmalı, gerekli yerlerde sevk edilmeleri sağlanmalıdır.”​


Bu ifade, Osmanlı yönetiminin meseleyi yalnızca dini değil, aynı zamanda güvenlik ve sadakat temelli olarak ele aldığını açıkça ortaya koymaktadır (Süleyman Beyoğlu, “Ermeni Tehciri ve İhtida”, s. 2-3). Yani “Müslüman olduk” diyen her Ermeni, sorgusuz sualsiz muaf tutulmamış; aksine sahte din değiştirmelerin önüne geçmek için sistematik önlemler alınmıştır. Tüm bunlar, tehcirin bir toplumu imha etme amacı taşımadığını, aksine devletin bekasını ve halkın güvenliğini sağlama yönünde atılmış bir adım olduğunu göstermektedir. Eğer Osmanlı Devleti’nin amacı bir soykırım olsaydı:

  • Din değiştirenler de imha edilirdi,

  • Geri dönüşlere izin verilmezdi,

  • Mülk iadesi yapılmaz, harçlık ve iaşe yardımı sağlanmazdı,

  • Ermenilerin yeniden topluma katılması için çaba gösterilmezdi.

Oysa yapılan uygulamalar bize tam tersini göstermektedir. Tehcir, Ermeni saldırganlığının zirveye ulaştığı bir dönemde, devletin hayatta kalma çabasıdır. Bu çaba, zorunlu, geçici ve ölçülü bir şekilde uygulanmıştır. Böylece tehcirin uygulanması hiçbir zaman kötü bir niyet taşımamış; aksine, Türk halkının maruz kaldığı vahşetin daha da derinleşmesini önlemek ve iki toplumu geçici olarak birbirinden uzaklaştırarak olası bir iç savaşı engellemek amacı ile alındığını göstermiştir.

Aşağıda linki verilen videolar olayların daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmak maksadıyla koyulmuştur.


KAYNAKÇA

Kemal Beydilli, “Tehcir”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 40, İstanbul: TDV Yayınları, 2011, ss. 319–323.

Ali Karahan, “1909 Maraş Ermeni Olayları”, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, Cilt: IV, Sayı: XI, 25 Mayıs 2017, ss. 155–177.

M. Törehan Serdar, “Ermeni Sevk ve İskânının (Tehcirin) Altında Yatan Nedenler”, Ermeni Araştırmaları, Sayı: 52, 1 Aralık 2015, ss. 221–264.

Jeremy Salt, “Ermeni Tehciri: ‘Askerî Mecburiyet’ Gerekçesi”, Ermeni Araştırmaları, Sayı 48, 1 Eylül 2014, ss. 65–76.

İlknur Koç Çiftçi, “1915 Van’da Ermeni İsyanı ve Aram Manukyan”, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, Cilt 9, Sayı 3, 8 Ekim 2022, ss. 1138–1160.

Şenol Kantarcı, “Kars’ta Türklere Yönelik Ermeni Katliamı: Kalo/Derecik Köyü Toplu Mezar Kazısı”, OTAM (Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi), Cilt 18, Sayı 18, 1 Ocak 2005, ss. 221–232.

Muzaffer Tepekaya – Ramazan Çalık, “Türk ve Alman Belgeleri Işığında Trabzon’da Ermeni Tehciri’nin Uygulanması”, Tarih İncelemeleri Dergisi, Cilt XX, Sayı 1, 1 Haziran 2005, ss. 169–195.

Hacer Çelik, “Ermeni Tehciri ve Tehcirden Dönen Ermenilerin İskân Sorunu”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi (ÇTTAD), Cilt: VII, Sayı: 16, 1 Haziran 2008, ss. 143–163.

Süleyman Beyoğlu, “Ermeni Tehciri ve İhtida”, İstanbul Üniversitesi AİİTE Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları Dergisi, Cilt 3, Sayı 6, İstanbul, Aralık 2004, ss. 1-18. Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi, Dahiliye Şifre Kalemi (DH-ŞFR), nr. 94/78 ve 93/305.

Fotoğrafların birçoğu Sakarya Üniversitesi Türk-Ermeni İlişkileri Araştırma Merkezi’nin internet sitesinden alınmıştır.

Comments


bottom of page