TÜRKİYE'DE TOPLUMSAL KUTUPLAŞMAYI VE SOSYAL GRUPLARI, SURİYE İÇ SAVAŞI VE ORTADOĞU ÜZERİNDEN OKUMAK
- Mert Esen
- 22 saat önce
- 14 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 1 dakika önce
7 Ekim 2023’te Gazze’de başlayan savaş ve ardından 8 Aralık 2024'te Suriye’de Esad rejiminin çöküşü, yalnızca bölgesel dengeleri değil, dünya genelinde de jeopolitik güç ilişkilerini ciddi biçimde değiştirdi. Bu büyük değişim dalgası, Türkiye’deki toplumsal kutuplaşmayı da etkiledi; farklı sosyal ve politik grupların Ortadoğu’ya ve dış politikaya bakış açıları daha da belirginleşti. Bu yazıda, Türkiye’deki çeşitli toplumsal kesimlerin Ortadoğu merkezli gelişmelere nasıl tepki verdiklerini, dış politika algılarının iç politikadaki kutuplaşmayı nasıl şekillendirdiğini ele alıyorum.

7 Ekim 2023’de Hamas’ın İsrail’e karşı gerçekleştirdiği Aksa Tufanı operasyonu ve sonrasında İsrail’in başlattığı karşı saldırı, İsrail’in soykırıma varan saldırgan tutumu nedeniyle Filistin, Yemen, İran ve Suriye’ye yayılan bir çatışma iklimi oluşturdu. Ardından, 8 Aralık 2024’te HTŞ öncülüğündeki muhalif güçlerin Esad rejimine karşı başlattığı ayaklanma ve Esad rejiminin düşüşüyle Ortadoğu uzun bir aradan sonra yeniden alevlendi. Doğal olarak gerek dünya gerekse de Türkiye kamuoyunda Ortadoğu sıkça konuşulur ve tartışılır oldu. Özellikle, Esad rejiminin devrilmesinde Türkiye’nin oynadığı rol halihazırda oldukça kutuplaşmış olan Türkiye’de toplumsal gruplar arasındaki mesafeyi bir kez daha su yüzüne çıkardı. Bu yazıda, yukarıda saydığım gelişmeler ışığında Türkiye’de farklı toplumsal kesimlerin Ortadoğu’ya dair perspektiflerini, bu perspektiflerin nasıl ittifaklar ve uyuşmazlıklar oluşturduğunu anlamaya çalışacağım.

Şüphesiz ki gerek emperyalist güçlerin müdahaleleri gerekse de iç karışıklıkları sebebiyle Ortadoğu her an her şeyin olabildiği, beklenmedik gelişmelerin hiç olmadık anlarda gerçekleşebildiği çok dinamik bir coğrafya. Türkiye de ucundan kıyısından bu coğrafyanın hem içinde hem de komşu bir ülke olarak bu gelişmelerden etkilenmekte. Hemen her çatışma, hemen her yeniden paylaşım Türkiye’de kamuoyunda ses getiriyor ve doğal olarak her toplumsal grup da olaylara kendi politik konumlarından hareketle yorumlar getiriyor. Bu yorumları anlayabilmek için de meselenin kökenlerine gitmek ve bazı politik gelişmeleri hatırlamak gerekiyor. Bunlardan biri ve en önemlisi Arap Baharı olabilir.
Arap Baharı, 2010’da Tunus’ta bir sokak satıcısının kendini yakmasıyla başladı ve kısa sürede Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya yayılan bir halk hareketine dönüştü. İnsanlar özgürlük, demokrasi ve daha adil bir yaşam talebiyle sokaklara döküldü; bazı ülkelerde rejimler devrilirken, bazı yerlerde ise bu hareketler iç savaşlara ve baskının daha da artmasına yol açtı. Türkiye de Arap Baharı sürecinde demokratik talepleri destekleyen bir tutum sergileyerek halk hareketlerine olumlu yaklaşırken, özellikle Mısır ve Suriye’deki rejim değişikliklerine aktif siyasi ve diplomatik müdahalelerde bulundu. Ancak Suriye İç Savaşı’nın uzaması, Mısır’da İhvan hükümetinin devrilmesi ve bölgesel güç dengelerinin değişmesi, Türkiye’nin politikalarını çıkmaza soktu. Bu süreçte Türkiye, bölgesel yalnızlaşma, ekonomik maliyetler ve mülteci kriziyle karşı karşıya kalarak Arap Baharı’ndan beklediği siyasi ve stratejik kazanımları elde edemedi. Bu beklenmedik sonuçlar ve Türkiye’ye olan bedelleri Erdoğan’a karşı muhalefeti güçlendirdi. Erdoğan’ın İhvan yanlısı ve muhaliflerince “Siyasal İslamcı” olarak etiketlenen tutumu çokça eleştirildi. Muhalifler, Erdoğan’ın Kemalist dış politikanın korumacı paradigmasını bir kenara bırakıp “Neo-Osmanlıcı” politikalar uygulamasını, Erdoğan’ın şahsi İslamcı ihtirasları ile ilişkilendirdi.

Konumuza geçmeden değinmemiz gerek bir kavram ise “Direniş Ekseni” ya da “Şii Hilali”. Direniş Ekseni, İran liderliğinde oluşan ve Suriye, Irak, Lübnan’daki Hizbullah ve Yemen’deki Husiler gibi gruplardan oluşan bir ittifaktır. Bu eksenin içinde her ne kadar sünnî olsa da Hamas’ın askeri kanadı olna İzzeddin El Kassam Tugaylarını da ekleyebiliriz. Bu ittifakin temel iddiası bölgede ABD ve İsrail’e karşı Akdeniz’e kadar bir hilal oluşturup emperyalist güçlerin hegemonyasına karşı direniş göstermektir. Direniş ekseni, dünyada sol – ilerici çevrelerce de desteklenmektedir. Bu çevreler, İsrail ve ABD’ye karşı İran’ı destekleyerek Batı hegemonyası karşıtı tavır almaktadırlar. Bölgedeki sünni devletler ise İran’ın bu politikalarına karşı tutum almaktadır. Özellikle körfez ülkeleri Yemen’de İran’ın proxy kuvveti Husiler ile çatışmakta, Libya’da ise Hafter’i destekleyerek İhvan yanlısı Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne karşı tavır almaktadır.
Buradan da başka bir olaya, Sünnî Arap devletleri olan arasındaki Körfez ülkeleri ile İhvan arasındaki ayrışmaya değinmek istiyorum. Başlarını BAE ve Suudi Arabistan’ın çektiği Körfez bloku, Arap Baharı ile keskin bir İhvan düşmanlığına bürünmüştür. İhvan’ın halk iktidarı anlayışı sebebiyle Körfez monarşileri İhvan’I terör örgütü olarak dahi nitelemektedirler. İhvan ise günümüzde oldukça zayıflamıştır. İngiltere’nin de desteklediği Katar ve her ne kadar eskisi kadar olmasa da Türkiye yegane İhvancı ülkler olabilir. Buna ilaveten Hamas’ın siyasi bürosu için de İhvancı denebilir. İhvan’ın dış politika

stratejisi Körfez ile farklılaşmaktadır. İhvan doğrudan İran karşıtlığı gütmezken Körfez ülkeleri İran ile her noktada çatışmıştırlar. Bu da olayları anlamak için önemli bir nokta oluşturmaktadır.
Jeopolitik gelişmeler ve bölgesel dinamiklerden sonra Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına göz atalım. Kemalist dış politika, Ortadoğu’ya yönelik statükocu ve mesafeli bir yaklaşım benimseyerek, bölgedeki etnik ve mezhepsel çatışmalardan uzak durmayı ve Türkiye’nin bölgeyle ilişkilerini ekonomik ve diplomatik iş birlikleri üzerinden yürütmeyi amaçlamıştır. “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi doğrultusunda, Türkiye, bölgedeki ideolojik hareketlerden (İhvan, Şii ekseni vb.) bağımsız kalmaya özen göstermiş ve Arap dünyasındaki iç politik dengelere müdahil olmamıştır. Buna karşılık, Erdoğan dönemi dış politikası, Ortadoğu’da daha ideolojik ve proaktif bir strateji benimseyerek, Müslüman Kardeşler (İhvan) gibi İslamcı hareketlerle yakın ilişkiler kurmuş, Suriye ve Libya gibi kriz bölgelerine doğrudan siyasi ve askeri müdahalelerde bulunmuştur. Ayrıca, Kemalist dış politika Batı eksenini koruyarak bölgedeki Batı karşıtı cephelerden uzak dururken, Erdoğan dönemi dış politikası, İran ve Katar gibi aktörlerle pragmatik ilişkiler kurarak Körfez Bloku (Suudi Arabistan ve BAE) ile rekabeti göze almıştır. Erdoğan’ın proaktif ve hegemonyacı Ortadoğu siyaseti farklı toplumsal gruplar, farklı ideolojik perspektiflerden eleştiriler ve yorumlar almıştır.

Bütün bu uzun ön bilgilendirmeden sonra asıl meselemiz olan Türkiyedeki Ortadoğu algılamalarına gelelim. Öncelikle İhvan çizgisine yakın, Erdoğan’a da destek veren gruba bakalım. Türkiye’de İhvancı çizgideki İslamcıların Orta Doğu algısını anlamak için Arap Baharı, Suriye İç Savaşı ve Filistin meselesine nasıl yaklaştıklarını incelememiz gerekiyor. Bu çevrelerin Müslüman Kardeşler’e (İhvan-ı Müslimin) duyduğu bağlılık, Erdoğan’ın Arap Baharı sırasında üstlendiği liderlik rolü ve Mursi’yle kurduğu özel ilişki üzerinden şekillenmiştir. Mursi’nin Mısır’da iktidara gelişi, Türkiye’deki İslamcılar için adeta Erdoğan’ın Orta Doğu’daki siyasi temsilcisinin yükselişi gibi algılandı. Mursi devrildikten sonra da bu mağduriyet söylemi, Rabia sembolüyle birlikte Türkiye’de güçlü bir duygusal bağ oluşturdu ve Erdoğan bu bağı iç politikada başarılı bir mobilizasyon aracına dönüştürdü.
Ancak bu romantik İhvan dayanışması, İran söz konusu olduğunda yerini keskin bir düşmanlığa bıraktığını görmekteyiz. Suriye İç Savaşı bunun en net örneği olabililir. Türkiye destekli muhalif grupların 2011’den 2024 sonuna kadar Esad’ı deviremeyişi, doğrudan İran’ın Şam rejimine sağladığı lojistik ve askeri destek ile ilintilidir. İhvancı çevrelerin gözünde İran, mezhepçi politikalar izleyen ve Sünni hareketleri baltalayan bir güç olarak algılanıyor. Bu görüşün popülerleşmesinde bazı etkili figürlerin söylemleri de belirleyici olmuştur. Örneğin, Kadir Mısıroğlu’nun meşhur “İran’da güneş doğsa, şemsenin altına girerim” sözü, İslamcı çevrelerde İran’a duyulan derin güvensizliğin adeta bir özeti niteliğindedir. Mısıroğlu, İran’ı tarihsel ve ideolojik bağlamda Şiilik üzerinden eleştirirken, aynı zamanda İran’ın bölgedeki politikalarını İslam dünyasının birliğini baltalayan adımlar olarak tanımlamıştır. Benzer şekilde, Cübbeli Ahmet Hoca’nın Hamas liderliğiyle ilgili yaptığı değerlendirmeler de bu güvensizliği yansıtır. Yahya Sinvar’ın İran’a yakın bir isim olması, Türkiye’deki İhvancı çevrelerde bir rahatsızlık yaratmıştır.

Bu bağlamda Ahmet Mahmut Ünlü ya da daha bilinen ismiyle Cübbeli Ahmet Hoca, Yahya Sinvar’ın liderliğe geçmesini İran bağlamında eleştirmiş ve İhvan çizgisine yakın Halid Meşal’i Sinvar’ın yerine desteklemiştir. Bu açıklama, Türkiye’deki İslamcı çevrelerin Hamas içerisindeki liderlik dinamiklerinde bile mezhepsel ve siyasi tercihlerin önemli yer tuttuğunu göstermektedir. Türkiye’deki İhvancı çevreler, İran’ın İsrail’le doğrudan bir çatışmaya girmediğini, aksine bölgede nüfuzunu artırmak için “direniş ekseni” söylemini araçsallaştırdığını düşünmektedir. İran’ın Hizbullah üzerinden Lübnan’da, Husiler üzerinden Yemen’de ve Hamas’ın belli kanatları üzerinden Filistin’de etkin olması, Türkiye’deki İhvancı çevrelerde samimiyetsiz bir strateji olarak algılanmaktadır. Hatta bazı İslamcı yorumcular, İran’ın İsrail’le olan geriliminin sadece medya üzerinden yürütülen sembolik bir çatışma olduğunu ve sahada gerçek bir tehdit oluşturmadığını iddia etmektedir.
Ayrıca, İran’ın Arap Baharı sürecinde kendi müttefik rejimlerini korumak adına Suriye’de ve Yemen’de uyguladığı politikalar, Türkiye’deki İhvancı çevrelerin İran’a yönelik eleştirilerini pekiştirmiştir. Bu çevreler, İran’ın Müslüman Kardeşler hareketini desteklemek yerine mezhepçi bir çizgide kendi çıkarlarını öncelediğini ve bu nedenle Sünni hareketlerin maruz kaldığı mağduriyetleri göz ardı ettiğini savunmaktadır. Özellikle Mısır’da Mursi’nin devrilmesi ve Erdoğan’ın bu darbeyi iç politik bir mobilizasyon aracı olarak kullanması, Türkiye’deki İslamcıların İhvan hareketiyle daha derin bir duygusal bağ kurmasına yol açmıştır. Mursi, Türkiye’de Erdoğan’ın bölgedeki siyasi uzantısı olarak algılanırken, Mursi sonrası Mısır’da yaşanan siyasi baskılar, İhvan hareketinin mağduriyet söylemi üzerinden Türkiye’deki muhafazakâr tabanda karşılık bulmuştur.

7 Ekim 2023 sonrasında Türkiye’de Filistin meselesi etrafında oluşan toplumsal duyarlılık, ideolojik ve siyasi ayrımlar üzerinden derinleşti. Özellikle Filistin İçin Bin Genç gibi sol ve anti-emperyalist gruplar ile İhvancı çizgideki muhafazakâr-İslamcı çevreler arasında belirgin bir ayrışma yaşandı. Filistin İçin Bin Genç platformu, Filistin meselesini temelde anti-emperyalist ve anti-kolonyal bir mücadele olarak tanımlıyor ve bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve AKP hükümetinin politikalarını eleştiriyor. Platform üyeleri, Türkiye’nin İsrail’le devam eden ekonomik ve enerji iş birliklerini sıkça gündeme getiriyor; petrol boru hatları ve ticaret anlaşmalarının Filistin davasına ihanet anlamına geldiğini savunuyorlar. Devlete yönelik bu eleştiriler, yalnızca seküler sol çevrelerde değil, platform bünyesinde yer alan dindar ve İslamcı aktivistler arasında da yankı buluyor.
Bu grupların İran ve Hizbullah’a yönelik bakış açıları da Türkiye’deki İhvancı çevrelerden farklılık gösteriyor. Örneğin, İsrail tarafından Hizbullah lideri Hasan Nasrallah İsral’in suikasti sonucu öldüğünde, Filistin İçin Bin Genç çevreleri Nasrallah’ı “şehit” olarak tanımlayarak sahiplenmişti.

Onlara göre Nasrallah, Filistin davasına önemli katkılar sağlayan bir direniş lideri ve İsrail’e karşı yürütülen mücadelenin önemli bir aktörüydü. Ancak Türkiye’deki İhvancı çevreler, Nasrallah’ı Suriye İç Savaşı’nda Esad rejiminin yanında yer alarak muhaliflere yönelik gerçekleştirdiği saldırılardan sorumlu tutuyorlar. Onun Esad rejimiyle mezhepçi bir ittifak kurduğu, Suriye muhalefetini bastırarak İran’ın bölgesel çıkarlarına hizmet ettiği ve bu nedenle “şehit” değil, “katil” olduğu düşüncesi hâkimdir.
Bu ayrışma, Suriye bağlamında daha da derinleşiyor. Türkiye, Suriye İç Savaşı sırasında Esad rejimini devirmek ve muhalif grupları desteklemek için diplomatik ve askeri araçlarını aktif bir şekilde kullandı. Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin kontrolündeki bölgelerde yeni bir yönetim yapısının oluşturulmasına dolaylı destek verdi. Türkiye’nin bu stratejisi, İhvancı çevrelerde bir “zafer” ve İran-Esad-Hizbullah hattına karşı kazanılmış bir üstünlük olarak okundu. Ancak sol ve İran’a daha yakın duran İslamcı gruplar, bu politikayı sert bir şekilde eleştirdi. Onlara göre, Esad rejiminin devrilmesi ve HTŞ gibi grupların güçlenmesi, bölgede “Direniş Ekseni”nin zayıflamasına ve İsrail’in stratejik olarak rahatlamasına neden oldu. Bu bağlamda eski dönem Saadet Partisi Genel Başkanlarından Mustafa Kamalak’ın açıklaması iyi bir örnek teşkil etmektedir. Kamalak, Esad’ın devrilmesinin “küresel emperyalizm ve ırkçı siyonizm” tarafından organize edildiğini ve BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) yolunda atılan bir adım olduğunu söylemişti. Ayrıca Erbakan’ın eski bir sözünü hatırlatmıştır; “Irak’tan sonra sıra Suriye’ye gelecek”.

Bu gruplar, İran ve Hizbullah’ı Suriye’deki varlıkları nedeniyle eleştirse de, genel olarak bu aktörleri “Filistin davasının stratejik destekçileri” olarak konumlandırıyorlar. İhvancı çevreler ise İran’ın Esad rejimine verdiği destekle Filistin davasına zarar verdiğini, hatta İran’ın bölgedeki etkisini artırmak için Filistin meselesini araçsallaştırdığını düşünüyor. Hamas’ın liderlik dinamiklerinde Yahya Sinvar gibi İran’a yakın figürlerin öne çıkması da bu gerilimi artırıyor. İhvancı çevreler, Hamas’ın Türkiye ve Katar ekseninde kalması gerektiğini, İran etkisinin örgütün bağımsızlığını tehdit ettiğini savunuyorlar.
Türkiye’de İslamcı, dindar ve Müslüman kimlikli grupların Orta Doğu algısı temelde iki eksende ayrışıyor. Bir tarafta Erdoğan ve İhvan çizgisini destekleyen, İran karşıtlığını merkeze alan bir bakış açısı varken, diğer tarafta eski İslamcı gelenekten veya genç kuşaktan gelen, İran’ı “Direniş Ekseni” bağlamında savunan ve daha eleştirel bir duruş benimseyen bir yaklaşım var. Suriye meselesi bu ayrımı daha da derinleştirerek, iki grubun siyasi ve ideolojik farklılıklarını net bir şekilde görünür hale getirdi.

İslamcılardan sonra Kemalistlerin Ortadoğu’ya olan bakışları için öncelikle Kemalist devlete dönmemiz gerekiyor. Bunun için de tek parti dönemi dış politikasını incelemek faydalı olacaktır. Mustafa Kemal Atatürk döneminde Türkiye’nin Orta Doğu politikası, esasen bölgeden uzak durma ve Batı eksenli bir dış politika izleme üzerine kurulmuştur. Lozan Antlaşması sonrası Türkiye, sınırlarını garanti altına almayı ve iç konsolidasyon sürecini tamamlamayı öncelik haline getirmiştir. Atatürk, Osmanlı’nın Orta Doğu’da yaşadığı sorunlardan ders çıkararak, Türkiye’yi bölgenin iç dinamiklerinden uzak tutmaya çalışmıştır.
Mustafa Kemal’in Orta Doğu’ya bakışı, pragmatizm ve ulusal çıkarlar üzerinden şekillenmişken, Suriye ile sınır güvenliği meselesi ve Hatay’ın Türkiye’ye katılması gibi konularda dikkatli ve sabırlı bir diplomasi yürütülmüştür. Türkiye, Orta Doğu’nun iç işlerine doğrudan müdahil olmamış ve Arap dünyasıyla kültürel ve dini bağlarını bir kenara koyarak, ulus-devlet temelli bir dış politika geliştirmiştir. İnönü de aynı şekilde Orta Doğu’da statükoyu korumaktan öteye gitmemiştir. İki lider de Orta Doğu ile minimum ilişkiler geliştirip halihazırda varolan statükoyu korumaya çalışmışlardır. Burada ufak da olsa ilk değişiklikler Ecevit ile olmuştur.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında Türkiye, Batı dünyasından gelen yaptırımlara karşı Orta Doğu ülkeleriyle ekonomik ve siyasi ilişkilerini geliştirme yoluna gitti. Ecevit, Filistin davasına açık bir destek sundu ve Yaser Arafat ile yakın ilişkiler kurdu. Türkiye, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) siyasi destek verdi ve Filistin davasını uluslararası platformlarda savundu. Ancak Ecevit’in Orta Doğu politikası, ideolojik bir zeminden ziyade Türkiye’nin stratejik çıkarlarına dayalıydı.
Asıl önemli kırılım noktası ise Turgut Özal’ın Kemalist dış politikayı rafa kaldırırcasına Orta Doğu’yu, Misak-ı Millî çerçevesinde merkeze alan paradigmasıdır. Özal dönemi, Türkiye’nin Orta Doğu politikasında ekonomik pragmatizm, çok yönlü diplomasi ve bölgesel liderlik arayışının öne çıktığı bir kırılma noktası olmuştur. Körfez Savaşı sırasında Batı ittifakıyla yakın iş birliği, Irak ve Körfez ülkeleriyle derinleşen ekonomik ilişkiler ve İsrail-Filistin meselesinde denge politikası, dönemin öne çıkan stratejik hamleleridir.

İran’a karşı temkinli bir politika izlenirken, Suriye ile PKK ve su paylaşımı gibi sorunlar gerilimli bir düzlemde kalmıştır. O dönemde Kemalist çevreler, Özal’ın Körfez Savaşı’ndaki aktif rol alma çabaları ve Misak-I Milli hayali eleştirmiştir. Özal’ın “bölgesel liderlik” söylemleri ve Orta Doğu’da daha etkin bir aktör olma arayışları, Kemalistlerin “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine aykırı olarak değerlendirilirken, Türkiye’nin Orta Doğu’daki iç dinamiklere doğrudan müdahil olmasının uzun vadede Türkiye’yi istikrarsızlaştıracağını savunulmuştur.
Kemalist dış politika Özal itibariye yavaşça rafa kaldırılmıştır. Bilhassa Erdoğan ile birlikte paradigma tamamen değişmiştir. Kemalizmin Orta Doğu’ya bakışı statükoyu korumak üzerinden şekillenmektedir. Türkiye’nin bölgesel güç olması, Misak-I Millî’yi gerçekleştime gibi projeleri hayalperest olarak görülmüştür. Ayrıca Orta Doğu’nun Arap ve Müslüman yapısı Kemalistlerin coğrafyaya pragmatik bakışını da engellemiştir. Kemalistlerin Orta Doğu’ya bakışlarında diğer bir anahtar kavram BOP (Büyük Orta Doğu Projesi)’dir.

Kemalist perspektif, Büyük Orta Doğu Projesi’ni (BOP) Batı’nın, özellikle de ABD’nin bölgedeki sınırları ve yönetimleri yeniden dizayn etme girişimi olarak okur. Kemalistlere göre BOP, Orta Doğu’daki etnik ve mezhepsel fay hatlarını derinleştirerek bölgeyi küçük ve kolay yönetilebilir devletçiklere bölmeyi amaçlamaktadır. Bu bakış açısında Türkiye, BOP kapsamında bir “model ülke” veya “ılımlı İslam devleti” olarak sunulmuş, Erdoğan dönemi dış politikası da bu projenin bir uzantısı olarak değerlendirilmiştir.
Kemalistler, özellikle Arap Baharı sürecinde Türkiye’nin İhvan-I Müslimin gibi hareketlere verdiği desteği, bölgesel istikrarsızlığı derinleştiren ve Türkiye’yi mezhepçi bir siyasetin parçası haline getiren bir tercih olarak yorumlamışlardır. Esad rejimine karşı açıkça alınan düşmanca tutum, Kemalist çevrelerde ulusal güvenliği riske atan maceracı bir politika olarak ele alınmıştır. Kemalistler, sınır ötesi askeri operasyonların Türkiye’yi büyük bir bataklığa sürükleyebileceği uyarısında bulunmuşlardır.
İsrail-Filistin meselesinde ise Kemalist yaklaşım daha çok Türkiye’nin ulusal çıkarlarına odaklı bir pozisyon benimsemiştir. İsrail ile diplomatik ve ekonomik ilişkilerin sürdürülmesi gerektiği savunulurken, Filistin meselesine desteğin daha çok sembolik ve diplomatik düzeyde kalması gerektiği düşünülmüştür. Erdoğan’ın Filistin meselesini iç politika malzemesi haline getirdiği eleştirisi sıkça dile getirilirken bu yaklaşımın Türkiye’nin dış politika çıkarlarına zarar verdiği savunulmuştur. Ayrıca Kemalistler, Türkiye’nin İsrail’le ekonomik ve diplomatik ilişkilerini kesmek yerine, pragmatik bir ilişki yürütmesi gerektiğini savunmuşturlar.

Sonuç olarak Kemalistlerin Orta Doğu’ya bakışı, geleneksel dış politika ilkeleri olan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ve statükonun korunması üzerine kuruludur. Türkiye’nin bölgede aktif ve lider bir güç olma iddiası, Kemalist çevreler tarafından ekonomik, siyasi ve askeri kaynaklar açısından sürdürülemez ve riskli olarak değerlendirilir. Bu perspektif, Erdoğan dönemiyle birlikte Türkiye’nin dış politikasında yaşanan ideolojik ve stratejik dönüşümlerle keskin bir karşıtlık oluşturmaktadır. Türkiye’nin Orta Doğu’daki müdahaleci ve İslamcı eksenli politikaları, Kemalist çevreler tarafından sert bir dil ile eleştirilmiştir.
Türkiye’deki sosyalist grupların Orta Doğu’ya bakışı hakkında genel çerçevede üç ana eğilimden bahsedilebilir: klasik Marksist çizgide olanlar, demokratik sosyalist ve liberal sol eğilimdekiler ve bu iki yaklaşımın kesişiminde daha geçişken bir pozisyon alan gruplar. Bu farklılaşmalar, Arap Baharı, Suriye İç Savaşı, İran ve Hizbullah gibi bölgesel aktörlerin rolleri ve Filistin meselesi gibi somut krizlerde net bir biçimde kendini göstermektedir.
Klasik Marksist gruplar, Orta Doğu’daki krizleri öncelikle emperyalist müdahaleler ve kapitalist küresel dinamikler üzerinden okurlar. Onlara göre, bölgedeki tüm büyük çatışmaların arkasında Batı emperyalizminin ekonomik ve jeopolitik çıkarları yatmaktadır.

Suriye İç Savaşı’nda Esad rejimini destekleyen bu gruplar, Baas rejimini anti-emperyalist bir direniş hattı olarak görürler. Esad, onların perspektifinde halkına baskı uygulayan bir diktatör olmaktan ziyade, emperyalist saldırganlığa karşı direnen bir devlet lideridir. İran konusunda ise bu grupların pozisyonu daha karmaşıktır. İran’ın içerideki teokratik ve muhafazakâr rejimi eleştirilse de, İsrail karşıtı söylemleri ve Hizbullah üzerinden bölgede kurduğu denge unsuru desteklenir. Klasik Marksist analizde İran, Orta Doğu’da emperyalizme karşı bir bariyer olarak konumlanır ve mezhepsel politikaları göz ardı edilerek jeopolitik hesaplarla değerlendirilir. Filistin meselesi ise bu çevrelerde ideolojik bir mihenk taşıdır; İsrail, emperyalizmin Orta Doğu’daki ileri karakolu olarak tanımlanır ve Filistin direnişi, anti-emperyalist mücadelenin sembolü olarak kabul edilir.

Demokratik sosyalist ve liberal sol gruplar ise daha kimlik merkezli, özgürlükçü ve çoğulcu bir perspektif benimserler. Bu gruplar Arap Baharı’nı başlangıçta bir halk hareketi, bir özgürleşme ve demokratikleşme dalgası olarak değerlendirirken; Tunus, Mısır ve Suriye’deki halk isyanlarını ekonomik eşitsizliklerin yanı sıra, kimlik, etnik ve mezhepsel özgürlüklerin talep edildiği bir devrimci süreç olarak yorumlamıştırlar. Ancak Suriye’de iç savaşın bir vekâlet savaşına dönüşmesi ve Esad rejiminin devrilmemesi, bu grupların Arap Baharı’na yönelik umutlarını kırdı. Daha sonrasında ise 2024’ün sonlarında HTŞ’nin Suriye’de iktidarı ele geçirmesi, bu sürecin bir Arap Baharı’nın aksine bir karşı-devrim olduğuna yönelik soru işaretleri oluşturmuştur. Bu soru işaretlerinin oluşma nedenlerinden ilki Arap Baharı’nın sürdüğü 2010’lu yıllara nazaran bölgede gerçekleşen bazı jeopolitik değişikliklerdir.

7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail’in bölgede gücünü astronomik boyutlarda artırması ve süren genişleme siyaseti bu gruplarda Esad’ın devrilmesinin ardında İsrail’in olabileceği endişelerini artırmıştır. Diğer bir konu ise Suriye’nin kuzeyinde PYD’nin kontrolünde de-facto özerk bir Kürt yönetiminin oluşmasıdır. Sosyalist gruplar Rojava’yı bir sol-ilerici ütopya olarak görmektedirler. HTŞ’nin iktidarı ele geçirmesi ile birlikte Esad döneminde PYD ile olan çatışmasızlık ikliminin sonlanma ihtimali ve de-facto statünün kaybedilme ihtimali sosyalistler açısından endişe uyandırmıştır. Üçüncü soru ise, HTŞ’nin El-Nusra ve El-Kaide gibi radikal İslamcı örgütler ile olan geçmişidir. Suriye gibi farklı etnik ve dinsel kimliklerin bir arada yaşadığı coğrafyada cihatçı bir örgütün iktidarı ele geçirme ihtimali özellikle Nusayri nüfusu için endişe kaynağıdır.
Tüm bu sebepler sosyalist grupların Suriye’deki güncel gelişmelere tam bir yeşil ışık yakamamasının nedenleridir.
Bu eğilimler arasındaki en belirgin ayrım noktaları, Arap Baharı’nın nasıl değerlendirildiği, Suriye İç Savaşı’nın sonuçları ve İran’ın bölgedeki rolü gibi konularda ortaya çıkıyor. Klasik Marksist gruplar, meselelere daha çok ekonomik ve emperyalist ilişkiler üzerinden yaklaşırken, demokratik sosyalist gruplar kimlik ve özgürlük mücadelelerine odaklanıyor. Geçişken pozisyonlar ise bu iki yaklaşımı sentezlemeye çalışarak daha esnek bir analiz sunuyor. Filistin, Hizbullah ve İran gibi meseleler söz konusu olduğunda, bu ayrımlar daha da netleşiyor ve sosyalist grupların her kriz anında kendi pozisyonlarını yeniden tanımlamaları kaçınılmaz hale geliyor. Sonuç olarak, Türkiye’deki sosyalist grupların Orta Doğu’ya bakışları, ideolojik köklerinden ve tarihsel deneyimlerinden beslenen, ancak her kriz anında yeniden şekillenen dinamik bir çerçeve sunuyor.

Türkiye’de toplumsal grupların Orta Doğu meselelerine bakışını anlamak, hem tarihsel kökenleri hem de mevcut siyasi, ideolojik ve kimliksel dinamikleri analiz etmeyi gerektirir. Özellikle Suriye İç Savaşı ve Filistin meselesi gibi konular, Türkiye’deki siyasi ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştiren önemli kırılma noktaları olmuştur. Bu kutuplaşma, İslamcı, Kemalist ve sosyalist grupların farklı siyasi vizyonları ve tarihsel arka planları üzerinden şekillenmiştir.
İslamcı gruplar içerisinde, Erdoğan ve İhvan çizgisini destekleyen çevreler ile İran’ı “Direniş Ekseni” bağlamında savunan eski İslamcı ve eleştirel gruplar arasında belirgin bir ayrım göze çarpmaktadır. Erdoğan ve İhvan çizgisini destekleyen grup, Orta Doğu’da Türkiye merkezli bir liderlik vizyonunu benimserken, İran karşıtlığı bu grubun siyasi söyleminde belirleyici bir yer tutar. Diğer tarafta, eski İslamcı gelenekten veya genç kuşaktan gelen ve daha eleştirel bir pozisyon alan grup, İran’ı ve Hizbullah’ı Filistin davasının önemli bileşenleri olarak değerlendirir ve Erdoğan’ın politikalarını mezhepçi ve pragmatik bulur. Suriye İç Savaşı ve HTŞ’nin yükselişi, bu iki grup arasındaki ayrımı derinleştirmiş ve mezhepçi söylemler üzerinden karşılıklı suçlamalara yol açmıştır.
Kemalist gruplar ise tarihsel olarak Orta Doğu’ya mesafeli, statükocu ve pragmatik bir perspektiften yaklaşmışlardır. Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü dönemlerinde benimsenen “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi doğrultusunda, Türkiye’nin Orta Doğu’daki etnik ve mezhepsel çatışmalardan uzak durması ve Batı ile dengeli ilişkiler sürdürmesi esas alınmıştır. Ancak Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan dönemlerinde bu statükocu yaklaşım yerini daha aktif ve müdahaleci politikalara bırakmıştır. Erdoğan’ın Neo-Osmanlıcı ve İhvan yanlısı politikaları, Kemalist çevreler tarafından Türkiye’yi bölgesel çatışmalara sürükleyen maceracı bir tutum olarak değerlendirilmiş ve yoğun eleştirilerle karşılanmıştır. Kemalistler, İsrail ve İran gibi aktörlerle ilişkilerde de daha pragmatik ve ulusal çıkar odaklı bir yaklaşımı savunmuşlardır.
Sosyalist gruplar ise Orta Doğu meselelerini daha geniş bir anti-emperyalist ve sınıfsal mücadele perspektifinden değerlendirme eğilimindedir. Ancak bu grup içinde de ciddi bir ayrışma vardır. Klasik Marksist gruplar, Suriye İç Savaşı’nda Esad rejimini ve İran’ın bölgesel politikalarını emperyalizme karşı bir direniş hattı olarak görüp desteklemişlerdir. Demokratik sosyalist ve liberal sol çevreler ise Arap Baharı’nı başlangıçta devrimci ve özgürlükçü bir halk hareketi olarak desteklemiş, ancak Suriye’deki savaşın vekâlet savaşına dönüşmesi ve HTŞ’nin yükselişiyle hayal kırıklığına uğramışlardır. Bu gruplar arasında kimlik ve özgürlük temelli politikalar daha fazla öne çıkarken, İran ve Hizbullah gibi aktörlere yönelik değerlendirmeler de farklılık göstermektedir.
Türkiye’deki toplumsal grupların Orta Doğu politikalarına yönelik bu farklı yaklaşımları, iç siyasi kutuplaşma ile doğrudan ilişkilidir. İslamcı gruplar, Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye merkezli bir bölgesel hegemonya hayali kurarken; Kemalistler, statükocu ve pragmatik bir dış politikayı savunur; sosyalist gruplar ise sınıfsal, emperyalizm karşıtı ve kimlik merkezli analizler arasında bölünmüş durumdadır. Tüm bu gruplar, Orta Doğu’daki her yeni gelişmeye kendi tarihsel ve ideolojik çerçeveleri üzerinden anlam yükleyerek, iç politikadaki konumlarını pekiştirmeye çalışmaktadırlar. Suriye İç Savaşı, HTŞ’nin yükselişi ve Hamas’ın liderlik değişimi gibi olaylar, bu ayrışmaları daha da görünür hale getirmiştir.
Sonuç olarak, Türkiye’de Orta Doğu algısı, yalnızca bölgesel gelişmelerle değil, aynı zamanda iç siyasi, ideolojik ve kimliksel dinamiklerle de şekillenmektedir. Bu durum, Türkiye’nin Orta Doğu politikasını anlamak için yalnızca devlet politikalarını değil, toplumsal grupların ideolojik pozisyonlarını ve tarihsel arka planlarını da dikkate almayı zorunlu kılmaktadır. Her yeni kriz anı, Türkiye’deki bu toplumsal ve siyasi fay hatlarını derinleştirmekte ve ülkenin Orta Doğu’ya yönelik politikalarının iç politikada nasıl yankı bulduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Commentaires