top of page
Yazarın fotoğrafıBatuhan Rözet

TÜRKİYE'DE MERKEZ-ÇEVRE İLİŞKİLERİ; GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE DEĞİŞEN DİNAMİKLER

Türkiye’nin merkez-çevre ilişkilerinde yaşanan değişim, geleneksel merkezi Kemalist yapıların gerilemesiyle, muhafazakar ve İslamcı grupların merkezi daha fazla yerleşmelerine yol açtı. Bu değişim, ülkenin siyasi ve toplumsal dokusunda derin ve kalıcı etkilere sahip.

Türkiye'de uzun yıllardır devam eden merkez-çevre tartışmaları, Şerif Mardin'in fikirleri tarafından Türk düşünce dünyasına kazandırılmış ve ülkemizin çeşitli ideolojilerine etki etmiştir. Mardin'in öncülük ettiği merkez-çevre kavramları, modernleşme tarihini sorgulamamıza ve siyasi geçmişimizde yeni tartışmaların gelişmesine neden olmuştur. Osmanlı Modernleşmesiyle başlayan ve Cumhuriyet modernleşmesinde de devam eden Merkez-Çevre çatışması, 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimiyle bir dönüm noktasına gelmiş ve günümüzde geleneksel anlamda merkez-çevre tezinden bahsetmek artık yetersiz hale gelmiştir.

 

Bu yazıda, öncelikle Şerif Mardin'in merkez-çevre kavramlarını oluştururken başvurduğu Edward Shils'in merkez-çevre tezinden bahsedeceğim. Ardından, Mardin'in merkez tezine odaklanarak, bu kavramın Türkiye'nin sosyal ve siyasi yapısındaki etkilerini inceleyeceğim. Son olarak, günümüzdeki değişen koşullar altında Merkez-Çevre ilişkilerinin yeni rollerini anlamaya ve tanımlamaya çalışacağım. Bu analiz, Türkiye'nin evrim geçiren toplumsal dinamiklerini anlamak ve geleceğe dönük perspektifler sunmak adına önemli bir çerçeve oluşturacaktır.


Edward Shils; Merkez Çevre

Merkez-Çevre tezi, Edward Shils tarafından ilk kez bir toplumsal analiz yöntemi olarak kullanılmıştır. Shils'e göre, merkez toplumu yöneten, yönlendiren ve etkileyebilecek güce sahip olan semboller, değerler ve inançları içinde barındıran bir kavramdır. Merkez, statülerin bulunduğu bir noktadır ve toplumun "merkezi" açısından değerler sistemi ile kurumlar sistemi bir bütünlük gösterir. Ancak bu bütünlük, toplumun tüm üyelerinin merkezi değerleri benimsemesi anlamına gelmez. Yine de merkezi değerler sistemi, kültüre özgü örnekler içerir ve bu alan, toplumun yöneticileri tarafından sahiplenildiği için belirli bir "kutsiyete" sahiptir. Bu kutsiyet, merkezin değerler ve kurumlar düzeyindeki otoritesinden kaynaklanır ve bu otoriteden doğan bir takdir edilme arzusunu ortaya çıkarır.

 

Merkezi değer sisteminin en büyük taşıyıcısı "devlet"tir. Devlet, sahip olduğu otoriteyi yayma eğilimindedir ve merkezin değerleri, devlet aracılığıyla toplumun diğer kesimlerine yayılmaya çalışılır. Bu seçkinler, itaat edenleri ödüllendirme ve karşı gelenleri cezalandırma eğilimindedirler. Merkezi kurumlar sisteminin seçkinleri güçlüdür, çünkü toplumda önemli pozisyonlara sahiptirler. Anahtar pozisyonların büyük önemi, atamanın merkezden kontrolü, kişisel bağlar veya ortak özelliklere sahip memurlar arasında uzlaşma gerekliliğini ortaya koyar. Merkez-Çevre tezi, modernleşmeye çalışan topluluklar için geçerlidir. Merkezin çevreye değerlerini yayabilmesi için kentleşme ve eğitim belirli bir seviyenin üzerine çıkmalıdır.


Şerif Mardin; Merkez Çevre

Türkiye'nin sosyal ve siyasal yapısını açıklamak amacıyla Şerif Mardin tarafından geliştirilen merkez-çevre yaklaşımı, toplumu iki kutuba ayırır: merkez ve çevre. Merkez, genellikle kentsel, modern, seküler ve eğitimli kesimi temsil ederken, çevre ise kırsal, geleneksel, muhafazakar ve eğitimsiz kesimi temsil eder.

 

Mardin'e göre, merkez-çevre ilişkisi, Türkiye'nin tarihsel gelişimiyle Batı arasında yapılacak bir karşılaştırma ile daha anlaşılır olabilir. Batıda ortaya çıkan devlet-kilise gerilimine benzer bir gerilimin klasik dönem Osmanlı'da görülmemesi, merkez-çevre ilişkilerinde belirleyici rol oynamıştır. Osmanlı Devleti'nin bir arada tutmayı başardığı merkezi bürokrasi, merkezi ifade etmektedir. Çevre ise, merkezin dışında kalan toplum kesimini, bu kesimin sahip olduğu inanç, değer, kurum ve coğrafi alanı temsil etmektedir.

 

 Geleneksel dönem Osmanlı'da padişah otoritesi için önemli bir meşruiyet kaynağı olan din, padişahın otoritesinin aşınarak kamu bürokrasisine geçmesiyle toplumsal muhalefeti besleyen etkili kaynaklardan birisi olmuştur. Osmanlı'nın son dönemlerinde büyük ölçüde merkezde konumlanan seçkinci kamu bürokrasisi yeni rejimle birlikte merkezi tamamen sahiplenmiştir. Seçkinci kamu bürokrasisinin belirleyiciliğinde merkez kendisini yeni değer, simge ve kurumlara dayandırma çabası içine girmiştir. Ancak merkez yeni değer, simge ve kurumlarını çevreye benimsetme sürecinde eğitim ve ikna yönteminden daha çok baskı ve zora dayalı geleneksel yöntemleri kullanmaya devam etmiştir.

 

 Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı karşısında zayıflaması ve gerilemesi sürecinde, padişah otoritesinin meşruiyeti azalmıştır. Bu durum, seçkin kamu bürokrasisinin siyasi iktidarı ele geçirmesine ve devletin parçalanmasını önlemek amacıyla yeni siyasi yaklaşımlar geliştirmesine neden olmuştur. Bu yaklaşımlar, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüktür. Osmanlıcılık, imparatorluğun bütün unsurlarını kapsayan bir siyasi birlik anlayışıdır. İslamcılık, imparatorluğun temelini İslam'ın oluşturduğunu ve bu birliğin bu ilke üzerine kurulabileceğini savunan bir siyasi yaklaşımdır. Türkçülük ise, imparatorluğun temelini Türk unsurunun oluşturduğunu ve bu birliğin bu ilke üzerine kurulabileceğini savunan bir siyasi yaklaşımdır. Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde, Türkçülük düşüncesi giderek güçlenmiştir. Bu durum, Türk nüfusunun artması ve uluslaşma sürecinin hızlanması gibi faktörlerden kaynaklanmıştır. Ayrıca, Batı karşısındaki yenilginin sebebini dinde arayan kamu bürokrasisi, laiklik düşüncesini benimseyerek baskıcı bir yönetim tarzı uygulamıştır. Bu durum, Batıcıve Türkçü düşüncenin yayılmasına zemin hazırlamıştır.

 

Cumhuriyet döneminde, Türkçü, laik ve merkeziyetçi kamu bürokrasisi, yeni rejimi kurma çabasına girişmiştir. Bu çerçevede, merkezin değerleri üzerinden yeni bir ulus yaratma süreci başlatılmıştır. Bu süreçte, baskı aygıtları yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Merkezi iktidarın baskıcı politikaları çevrenin, yani merkeze karşı çıkan kesimlerin tepkisini çekmiştir. Bu tepki, siyasal kutuplaşmaya neden olmuştur. Merkezi iktidarın gücü, çevreyi denetim altına almış ve çevresel aktörleri sistem içinde veya dışında faaliyet göstermeye zorlamıştır. Seçkin kamu bürokrasisi, Batı'dan gelen siyasal düşünce ve kurumları benimsemeye çalışsa da demokrasinin belirleyici değerlerine isteksiz davranmıştır. Bu durum, çevrenin, Demokrat Parti gibi muhafazakar bir partiye yönelmesine neden olmuştur. Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi, merkezin bu değişime hazırlıksız yakalanmasına neden olmuştur. Çevrenin temsilcisi olarak görülen siyasi partiler, özellikle Milli Nizam Partisi, çevrenin çıkar ve değerlerini merkeze taşıma çabası içinde olmuş, ancak merkezin olumsuz yaklaşımı nedeniyle kapatılmıştır. Bu süreçte, çevre, kendi özellikleriyle kısa süreli de olsa merkezde görünür olmuştur. 1980 sonrasında yaşanan değişimler, ekonomik, sosyal ve siyasal alanda çevrenin etkisini artırmıştır. Ancak siyasi istikrarsızlık dönemlerinde merkezin baskısı artmış, çevrenin temsilcisi olarak görülen partilere karşı olumsuz bir tutum sergilenmiştir. 

 

2002 yılında AK Parti'nin iktidara gelmesiyle başlayan çevrenin merkeze doğru ilerleyişi, 2007 yılında yaşanan cumhurbaşkanlığı seçimi sürecindeki 367 kararı ve cumhuriyet mitingleri gibi olaylarla geleneksel merkezin karşı saldırılarıyla durma noktasına geldi. Ancak, AK Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasi ustalığı ve halkın güçlü desteği, bu engelleri aşarak çevrenin merkeze doğru ilerleyişini sürdürmesine olanak tanıdı. Özellikle 2007 yılında düzenlenen erken seçimde, halkın geniş katılımı ve güçlü destekleriyle AK Parti bir kez daha zafer elde etti. 367 kararı ve cumhuriyet mitingleri gibi girişimlere rağmen, AK Parti'nin kararlı duruşu çevrenin merkeze oturma sürecini hızlandırdı.

 

2007, Türkiye tarihi için önemli bir dönemeçtir ve birçok önemli kırılmayı barındırır. Ülke, yeni bir döneme girmeye hazırlanırken "Ergenekon" adı verilen bir operasyon başlatıldı. Bu operasyon kapsamında, askerlerden siyasetçilere, gazetecilerden akademisyenlere ve sivil toplum kuruluşu üyelerine kadar birçok kişi darbe girişimi yapmakla suçlandı ve bir dizi soruşturma ve dava açıldı. Bu süreçte onlarca kişi tutuklandı.

 

Operasyonlar sırasında yaşanan büyük usulsüzlükler sonradan ortaya çıksa da, o dönemde toplumun birçok kesimi bu operasyonlara destek verdi. Bunun temel nedeni, artık Kemalist devlet anlayışının ve onu savunan kadroların tasfiye edilmesi gerektiğine dair kamuoyu uzlaşmasının sağlanmasıydı. Bu operasyonlar, merkez çevrenin dönüşümünde önemli bir dönemeç oluştururken, Türkiye'nin siyasi ve toplumsal yapısında derin değişikliklere neden oldu.

 

2010 referandumu, Türkiye'nin siyasi ve toplumsal yapılanmasında önemli bir dönemeç olarak kabul edilmektedir. Bu referandumda kabul edilen değişiklikler, geleneksel Kemalist anlayışın egemenliğini sarsarak, devletin ve toplumun işleyişinde köklü bir dönüşüme işaret etmektedir. Kemalist düşünceye göre, devletin bekası ve Kemalist ideallerin sürdürülmesi için siyasetin ve toplumun diğer alanlarının kontrol altında tutulması gerektiği düşünülüyordu. Bu nedenle, yargı, ordu ve diğer devlet kurumları siyasi süreçlere müdahale etme yetkisini kullanıyordu. Ancak 2010 referandumuyla yapılan değişiklikler, bu vesayet anlayışına son verdi. Özellikle yargının siyasi müdahalelerinin önüne geçilerek, demokratik süreçlerin güçlenmesi hedeflendi. Bu değişiklikler sayesinde, siyasetin daha özgür bir ortamda gelişmesi ve çeşitli siyasi aktörlerin söz sahibi olması mümkün hale geldi. Ancak, zaman içinde ortaya çıktığı gibi, Kemalist vesayetin kaldırılmasıyla birlikte, o dönemde "cemaat" olarak adlandırılan ve sonradan FETÖ olarak bilinen yapılanmanın gücü arttı. Bu durum, devletin yeni bir vesayet altına girmesine ve demokratikleşme sürecinin tam anlamıyla gerçekleşmemesine yol açtı.

 

2013 yılında Gezi Parkı protestoları olarak bilinen sokak hareketleri, aslında merkez çevrenin yeniden şekillendiğinin bir işaretiydi. Bu protestoların altında yatan ideolojik zemin, eski merkezdeki imtiyazlı statüsünü kaybetmiş şehirli, seküler orta sınıfın oluşturduğu bir hareket olarak öne çıkıyordu. Bu grup, protestolara önemli bir şekilde katılarak taleplerini dile getirdi. Ancak, protestolara Kürtler de destek vermişlerdir.

 

Protestolar, uzun bir süre devam ettiği halde sonuç olarak iktidarın daha da güçlenmesine ve yeni merkez çevrenin belirginleşmesine katkıda bulundu. Yani, protestoların başlangıçtaki amacının aksine, iktidarın elini güçlendirdiği ve yeni bir merkez çevrenin tam olarak oturmasına zemin hazırladığı söyleyebilirim.

 

15 Temmuz darbe girişiminin ardından Türkiye yeni bir döneme girdi. Özellikle devlet içerisindeki eski vesayetçi olarak nitelendirilen ve Ergenekon soruşturmaları kapsamında tutuklanan Kemalist askerler ve bürokratlar ile iktidar arasında, kamuoyundan gizli bir şekilde anlaşma yapıldı. Bu çerçevede, söz konusu gruplar FETÖ'nün boşalan kadrolarına geri döndüler.

 

Artık Türkiye, 15 Temmuz öncesi döneme kıyasla devlet içi operasyonların olmadığı, güçlü bir sistemin kontrolünde olan bir ülke olarak tanımlanabilir. Yeni düzende geleneksel merkez çevreden bahsetmek mümkün değil. 2000'li yılların başında çevrede bulunan muhafazakar ve İslamcı gruplar artık merkezde bulunuyorlar, eski merkezdeki Kemalist veya seküler kesim ise hala merkezde olmakla birlikte eski ayrıcalıklı statülerini kaybetmiş durumda.

 

Günümüzde çevrede kalanlar arasında ise Kürtler ve solcular(Atatürkçü olmayan, progresif gruplar) bulunmaktadır. Bu değişim, Türkiye'nin siyasi ve toplumsal yapısında önemli bir dönüşümü temsil ederken, merkez çevre ilişkilerindeki dinamiklerin değiştiğini ve yeni aktörlerin ortaya çıktığını göstermektedir.


Sonuç

Türkiye'nin tarihinde merkez-çevre ilişkileri önemli bir role sahip olmuştur ve bu ilişkilerin evrimi, ülkenin siyasi, sosyal ve kültürel yapılanmasını derinden etkilemiştir. Şerif Mardin'in kavramsallaştırdığı merkez-çevre yaklaşımı, Türkiye'nin toplumsal dinamiklerini anlamak için önemli bir çerçeve sunmuştur. Ancak, günümüzde yaşanan değişimler ve dönüşümler, geleneksel merkez ve çevre kavramlarını yeniden düşünmemizi gerektirmektedir.

 

Özellikle AK Parti'nin iktidara gelmesi ve sonrasında yaşanan siyasi, ekonomik ve toplumsal değişimler, Türkiye'nin merkez-çevre ilişkilerinde yeni bir döneme girdiğini göstermektedir. Artık geleneksel merkez ve çevre ayrımları net olmamakta, yeni aktörler ve dinamikler ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye'nin geleceğine dair perspektifler geliştirmek için merkez-çevre ilişkilerinin yeni yönlerini anlamak ve değerlendirmek önemlidir. geleneksel merkez-çevre ilişkisi yerini yeni bir ilişkiye bırakmıştır. Bu yeni ilişkide, çevredeki muhafazakar ve İslamcı gruplar artık merkezde yer almaktadırlar. Eski merkezdeki Kemalist veya seküler kesim ise hala merkezde olmakla birlikte eski ayrıcalıklı statülerini kaybetmiş durumdadır. Günümüzde çevrede kalanlar arasında ise Kürtler ve solcular bulunmaktadır.

 

Bu değişimin gelecekte nasıl bir seyir izleyeceği henüz belli değildir. Ancak, merkez-çevre ilişkisinin Türkiye'nin siyasi ve toplumsal tarihinde önemli bir rol oynamaya devam edeceği açıktır.

 

Bu değişimin Türkiye'ye nasıl bir etkisi olacağı da merak konusudur. Bu değişimin, Türkiye'nin demokratikleşme sürecini hızlandırıp hızlandırmayacağı veya daha da geriye çekeceği henüz belli değildir. Ancak, bu değişimin Türkiye'nin siyasi ve toplumsal yapısını önemli ölçüde etkilediği açıktır.

 

Merkez-çevre ilişkisinin gelecekte nasıl bir seyir izleyeceğini ve Türkiye'ye nasıl bir etkisi olacağını görmek için zamana ihtiyacımız var.

 

 

Comments


bottom of page